E-ISSN 2757-8062
Volume : 50 Issue : 2 Year : 2024

Quick Search

ZEYNEP KAMIL MEDICAL JOURNAL - Zeynep Kamil Med J: 50 (2)
Volume: 50  Issue: 2 - 2019
ORIGINAL RESEARCH
1.Correlation of Insulin Resistance with Hormonal Parameters in Polycystic Ovary Sydrom Patients Regarding to Obesity
Hasan Süt, Cem Terece, Sevcan Arzu Arinkan, MURAT MUHCU
doi: 10.16948/zktipb.468810  Pages 1 - 4
GİRİŞ ve AMAÇ: Obez olan ve olmayan polikistik over sendromlu (PKOS) kadınlarda insulin rezistansı ve insulin rezistansının hormonel parametrelerle korelasyonunu araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Polikliniğe başvuran, 21 ile 40 yaşları arasında klinik ve endokrinolojik özelliklerine dayanılarak PKOS tanısı konulan ve çalışma şartlarını sağlayan 78 hasta çalışmaya dahil edildi. PKOS tanısı Rotterdam yeniden gözden geçirilmiş tanı kriterlerine göre konuldu. Hastalar, obez olanlar (Vücut Kitle İndeksi 25 üzerinde olanlar) ve Obez olmayanlar (Vücut Kitle İndeksi 25 altında olanlar) olarak iki grupta incelendi.
BULGULAR: Obez olan grupta bakılan QUİCKİ ve Açlık glukoz / Açlık insulin düzeyleri anlamlı düsük, HOMA-İR anlamlı olarak yüksek saptandı. Obez olan grupta LH düzeyi ve LH / FSH oranının HOMA-IR ve QUİCKİ ile korele olduğu saptandı. Obez olmayan grupta LH / FSH oranının HOMA-IR ve QUİCKİ ile korele olduğu ve yine obez olmayan grupta total testosteron düzeyinin QUİCKİ ile korele olduğu saptandı. FSH düzeyinin insulin rezistansı ile korele olmadığı görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PKOS lu tüm hastaların insülin rezistansı açısından taranmasını önermekteyiz. Obez olan PKOS lu hastalarda LH düzeyinin insulin rezistansını öngörmede önemli olabileceğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: The aim of our study was to investigate the correlation between insulin resistance and hormonal parameters of insulin resistance on the non-obese and obese patients with polycystic ovary syndrome (PCOS).
METHODS: 78 women patient with age range 21 to 40 diagnosed with PCOS based on the clinical and endocrine features were included to our study. PCOS was diagnosed according to the reviewed Rotterdam criteria. PCOS patients were studied in two groups: Obese patients (the patients that body mass indexes over 25) non-obese patients (the patients that body mass indexes under 25).
RESULTS: It has been detected, fasting insulin, total testosterone and HbA1c levels were significantly higher and also HDL level was significantly lower in the obese group. Besides, QUICKI and fasting glucose / fasting insulin level have been detected significantly low, HOMA-IR was significantly higher in the obese group.In the non-obese group LH / FSH ratio is correlated with HOMA-IR and QUICKI and also total testosterone levels are correlated with QUICKI. Besides, it has been noted that the insulin resistance is not correlated with FSH level. PCOS patients Impaired glucose tolerance and the prevalence of DM are 5 times greater than the general population. PCOS is seen more frequently in type 2 DM patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We suggest insulin resistance screening in all PCOS patients. However, if this is not possible, at least all patients that VKI levels over 25, should be screened. We think that, LH level in obese patients with PCOS is important to predict the insulin resistance.

2.The Evaluation of Cervical Smear Results Assessed by ThinPrep and Conventional Methods
Resul Arisoy, Necip Cihangir Yılanlıoglu, Koray Özbay, Altug Semiz, Alparslan Deniz
doi: 10.16948/zktipb.556517  Pages 5 - 8
GİRİŞ ve AMAÇ: Hastanemizde yapılmış olan servikal smear sonuçlarının yıllara ve hasta yaşına göre değerlendirilmesi, anormal sonuç oranlarının ve dağılımının araştırılması, kullanılan inceleme yöntemine göre sonuç dağılımında farklılık olup olmadığının belirlenmesi ve sonuçların ülkemiz epidemiyolojik verilerine katkıda bulunmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010 Haziran-2014 Aralık tarihleri arasında Şişli Memorial Hastanesi jinekoloji polikliniğine başvuran ve servikal smear testi yapılan hastaların sonuçlarını retrospektif olarak analiz ettik. Çalışmamıza 21-65 yaş arası 32.617 hasta dahil edildi.
BULGULAR: Olguların dağılımı incelendiğinde 29.831 (%91,5) olgunun patoloji sonucu normal, 1.713 olguda (%5,25) ASCUS, 135 olguda (%0,4) ASC-H, 21 olguda (%0,06) AGC, 767 olguda (%2,35) LSIL, 131 olguda (%0,4) HSIL, üç olguda adeno kanser ve iki olguda da skuamöz kanser tespit edilmiştir. Tüm olgular değerlendirildiğinde anormal sonuç oranımız %8,5 olarak saptanmıştır. LSIL (35,9±8,0 yıl) ve HSIL (34,4±7,2 yıl) olgularının anlamlı olarak daha genç yaşlarda olduğu saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda, ThinPrep yöntemi ile yıllar bazında prekanseröz lezyon saptanma oranlarında bir artış saptadık.
INTRODUCTION: Our aim was to evaluate cervical smear results according to years and patient age. We investigated the abnormal outcome rates and distribution to determine whether there is any difference in smear results according to the examination method used and to contribute to the epidemiological data of our country.
METHODS: We retrospectively analyzed the cervical smear test results of the patients who were admitted to gynecology outpatient clinic of Şişli Memorial Hospital between June 2010 and December 2014. 32.617 patients aged 21-65 years were included in our study.
RESULTS: The pathology result was determined to be normal in 29.831 patients (91.5%). ASCUS, ASC-H and AGC were detected in 1.713 (5.25%), 135 (0.4%) and 21 (0.06%) patients respectively. LSIL was detected in 767 cases (2.35%), HSIL in 131 cases (0.4%), adeno cancer in three cases and squamous cancer in two cases. When all the cases were evaluated, the rate of abnormal results was found to be 8.5%. LSIL (35.9 ± 8.0 years) and HSIL (34.4 ± 7.2 years) were detected at significantly younger ages.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, we detected an increase in the prevalence of precancerous lesions in years by ThinPrep method.

3.Comparison of Depression, Anxiety and Somatization Values Between Adolescents and Children who Presenting Stomach Pain
Merve Teken, Melek Gözde Luş, Saziye Senem Basgul
doi: 10.16948/zktipb.500381  Pages 9 - 14
GİRİŞ ve AMAÇ: Fiziksel nedenleri olan ve olmayan karın ağrısı şikayeti olan çocukların depresyon, anksiyete ve somatizasyon düzeylerini belirledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, özel bir hastanenin pediatri servisinde 24 yaşında fiziksel nedenleri bulunan bir karın ağrısı şikayeti ile başvuran ve 8-15 yaşları arasındaki 48 çocuk alındı. Bu çalışmada sosyodemografik veri formu, çocuk depresyon ölçeği (ÇDÖ), Pediatrik Anksiyete Derecelendirme Ölçeği (ÇATÖ) ve Çocuk Somatizasyon Envanteri-24 (ÇSE-24) kullanıldı.
BULGULAR: Bulguların istatistiksel analizi, fiziksel ağrı ve anksiyete ile depresyon, anksiyete ve somoizasyon değerleri olan hastalar arasında istatistiksel bir fark olmadığını göstermektedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu bulguların sonuçları literatür kapsamında tartışılmıştır.
INTRODUCTION: We determined the levels of depression, anxiety and somatization of children with a complaint of abdominal pain who has a physical causes and not.
METHODS: The sample is 48 children aged 8-15 years who were admitted to the pediatric ward of a private hospital with a complaint of abdominal pain whose physical causes were found in 24. In this study, the Sociodemographic Data Form, Depression Scale for Children (CES-DC), The Pediatric Anxiety Rating Scale (PARS), and Children's Somatization Inventory-24 (CSI-24) were used.
RESULTS: The statistical analyses of the findings show that there are no statistical differences between the patients with physical pain and anxiety and depression, anxiety and somoization values.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results of these findings were discussed within the scope of literature.

4.Correlation Between Colposcopic Biopsy and Excisional Procedure Results in Patients with HGSIL Cytology: 10-Years Experience of A Tertiary Referral Centre
Baki Erdem, Osman Ascioglu, Gökçe Turan, Ilkbal Temel Yuksel, Osman Samet Gunkaya, İpek Yıldız Özaydın, Isil Safak Yildirim, DOĞUKAN YILDIRIM, özgür akbayır
doi: 10.16948/zktipb.460069  Pages 15 - 18
GİRİŞ ve AMAÇ: Sitoloji sonucu yüksek dereceli servikal intraepitelyal lezyon (HGSIL) olan olgularda, kolposkopik biopsi ve ekzisyonel işlemler ile elde edilen patoloji sonuçları arasındaki korelasyonu incelemek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Toplamda 282 hastanın verilerine ulaşıldı. Tüm hastalara kolposkopik muayene yapıldı. Kolposkopik biopsi sonucu invaziv kanser tanısı konulan 23 hasta klinik olarak evrelendi ve uygun tedavi planlandı (radikal histerektomi veya kemoradyoterapi). Diğer hastaların tümüne (n=259) eksizyonel işlemler (LEEP veya konizasyon) uygulandı. Her iki işlemden elde edilen patoloji sonuçlarından en yüksek dereceli olan final patoloji olarak kaydedildi.
BULGULAR: Kolposkopik biopsi ile eksizyonel işlemler arasında %73,7 oranında (n=191/259) uyum izlendi. 64 hastada ≤CIN1 (%22,7) bulunduğu ve bu grupta aşırı tedavi yapıldığı tespit edildi. Hastaların %63,5’i (n=179) CIN2+, %13,8’i (n=39) ise invaziv kanser idi. Kolposkopik biopsi invaziv kanserli hastaların %41’inde (n=16/39) eksik patolojik tanıya neden oldu. Kolposkopik biopsi ile eksizyonel işlemler sonucu elde edilen patoloji sonuçlarındaki uyumu saptamak için kappa analizi yapıldı. κ: 0,542 olarak hesaplandı ve bu değer ılımlı derecede korelasyon anlamına gelmekteydi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: HGSIL sitoloji sonucu ile başvuran hastalarda kolposkopik biopsi ile eksizyonel işlemler arasında yaklaşık 4’te 3 oranında uyum bulunduğu tespit edilmiştir. CIN2+ ve invaziv kanser insidansının bu hastalarda yüksek bulunması nedeniyle,bu hastalarda biopsi sonucu ≤CIN1 gelse bile eksizyonel işlem seçeneği sunulmasının daha doğru ve güvenli olacağını düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: To evaluate the correlation between pathology results obtained by colposcopic biopsy and excisional procedures in cases with a cytology of high grade cervical intraepithelial lesion (HGSIL).
METHODS: A total of 282 patients' data were collected. All patients underwent colposcopic examination. Twenty-three patients with a diagnosis of colposcopic biopsy-proven invasive cancer were clinically staged, and appropriate treatment was planned (radical hysterectomy or chemoradiotherapy). Excisional procedures were executed in all other patients (n=259). The highest grade pathology obtained by biopsy or excisional procedures was recorded as the definitive final pathology.
RESULTS: The agreement rate was 73.7% (n = 191/259) between the colposcopic biopsy and excisional procedures. 64 patients had ≤CIN1 (22.7%), and overtreatment was found in this group. 63.5% of the patients (n = 179) were CIN2 +, and 13.8% (n = 39) were invasive cancer. Colposcopic biopsy ended up with an incorrect pathologic diagnosis in 41% (n = 16/39) of patients with invasive cancer. The kappa analysis was performed to determine the correlation between pathology results obtained by colposcopic biopsy and excisional procedures. κ is calculated to be 0.542, which means that the correlation was moderate.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was determined that there were approximately three-quarters of agreement between colposcopic biopsy and excisional procedure results in patients with HGSIL cytology. Because of the high incidence of CIN2 + and invasive cancer in this group, we believe that it would be reasonable and safe to choose the excisional procedure option even if the biopsy result remains ≤ CIN1.

5.The Influence of Spontaneous and Induced Labor in Maternal and Fetal Outcomes in Preterm Premature Rupture of Membranes
Gurcan Turkyilmaz, Şebnem Erol Turkyilmaz, Mesut Polat, Enis Özkaya, Murat Api
doi: 10.16948/zktipb.541187  Pages 19 - 23
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmamızda preterm prematür membran rüptürü (PPROM) ile komplike gebeliklerde spontan travaya giren olgularla çeşitli endikasyonlarla doğum indüksiyonu yapılan olguların perinatal sonuçlarını ve latent sürenin bu sonuçlara etkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2014-Ocak 2016 yılları arasında kliniğimizde 24-34 gebelik haftalar arasındaki PPROM tanısı alan gebelerin perinatal sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 93 olgu dahil edildi ve 43 olguda (%46) doğum eylemi takip sırasında spontan başladı (Grup 1), 50 olguda (%54) ise doğum eylemi indüksiyonla başlatıldı (Grup 2). PPROM oluşan zamandan doğuma kadar geçen süre Grup 1’de 5.8±2.1 gün, Grup 2’de 8.3±3.5 gündü (p: 0,19). Ortalama doğum haftası Grup 1’de 30.4±2.3 hafta iken Grup 2’de 30.5±2.5 haftaydı (p: 0.91). Doğum ağırlıkları arasında anlamlı fark saptanmadı. Grup 1’de 19 (%44.1) olgu sezaryen ile doğum yaptı, Grup 2’de ise 37 (%74) olguda sezaryen ihtiyacı görüldü (p: 0.03). Grup 1’de 4 (%9.3), grup2’de 3 (%6) olguda YDYBÜ takibi sırasında exitus gerçekleşti (p: 0.54). Grup 1’de 14 (%32.5) Grup 2’de ise 17 (%34) olguda ciddi morbidite geliştiği görüldü. Mortalite ve ciddi morbidite üzerine latent sürenin anlamlı etkisi görülmedi (p: 0.54, p: 0.67).
TARTIŞMA ve SONUÇ: PPROM olgularında latent sürenin neonatal sonuçlara anlamlı etkisi gösterilmemiştir ve maternal veya fetal iyilik hali güven verdiği sürece ekspektan yaklaşım uygun takip yöntemidir.
INTRODUCTION: We evaluated the effect of spontaneous and induced parturition in maternal and fetal outcomes in preterm prematüre rupture of membranes (PPROM) and analyzed the influence of the latent period in these results.
METHODS: We analyzed the results of patients who were complicated with PPROM in 24-34 weeks of gestation between January 2014-January 2016 in our clinic.
RESULTS: We collected 93 cases and in 43 patients (46%) the labor occurs spontaneously (Group 1) and in 50 cases (54%) we induced the labor due to maternal and fetal indications (Group 2). The interval between when PPROM occurred, and labor was 5.8±2.1 days in group 1 and 8.3±3.5 days in group 2 (p: 0,19). There was no significant difference between birthweights in two groups. C-section was performed in 19 (%44.1) patients in group 1 and 37 (%74) cases were delivered by C-section in group 2 (p: 0.03). Neonatal mortality was 9.3% in group 1 and 6% in group 2 (p: 0.54). Severe morbidity was detected in 14 (%32.5) patients in group 1 and 17 (%34)in group 2. We did not show a significant effect of latency period into the severe morbidity and mortality in newborns (p: 0.54, p: 0.67).
DISCUSSION AND CONCLUSION: There was no relevant effect of latency period into the neonatal outcomes, and expectant management should be used in PPROM cases if the maternal and fetal status is reassuring.

6.Relationship of Development of Gestational Diabetes Mellitus Between HbA1c Valide and Abnormal Thyroid Function Tests in Pregnant Women
Sengul AYDIN YOLDEMIR, İsmet Kılıç
doi: 10.16948/zktipb.415959  Pages 24 - 27
GİRİŞ ve AMAÇ: Tiroid hastalıkları üreme çağındaki kadınları etkileyen en sık ikinci endokrin bozukluktur. Gestasyonel diyabet mellitus(GDM) ise ilk kez gebelikte ortaya çıkan ya da gebelik sırasında tanı konulan ve sıklığı günümüzde giderek artan glukoz tolerans bozukluğudur. Bu çalışma, erken gebelikte saptanan tiroid fonksiyon testleri bozukluğunun (TFTB) ve ilk trimesterde yapılan HbA1c ölçümlerinin, gebelikte ortaya çıkan GDM yi belirlemede önemli olup olmadığını araştırmak amacı ile yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada Merzifon Karamustafa Paşa Devlet Hastanesi İç Hastalıkları ve Kadın Doğum kliniklerine başvuran gebelik yaşı 6-20 hafta arasında değişen 82 gebe retrospektif olarak değerlendirildi. Gebelerin TSH, sT4, sT3, AKŞ, HbA1c değerleri ve GDM gelişimi tarandı. Çalışmada istatistiksel analizler SPSS 15.0 programı kullanılarak yapıldı. P değerinin <0,05 olması istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan gebelerin 42’sinde TFTB vardı. Bu gebelerde 20’sinde hipotiroidi (%24,4), 22’si (%26,8) ise hipertiroidi saptandı. TFTB olanlarda olmayanlara göre ailesinde tiroid hastalığı öyküsü varlığı ileri derecede anlamlıydı ( p: 0,01 ). 24-28. haftalarda yapılan oral glukoz tolerans testi (OGTT) sonuçlarına göre 8 (%9,8) olguda glukoz tolerans testinde bozukluk, 5 (%6,1) olguda ise GDM tespit edildi. Gruplar arasında OGTT bozukluğu ya da GDM gelişimi açısından anlamlı fark bulunmadı (p: 0,091). Bununla birlikte TFTB olan grubun açlık kan şekerleri kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulundu (p: 0,012). HbA1c ortalamaları TFTB olan grupta 5,9±0,64, kontrol grubunda 5,1±0,33 idi. Aradaki fark anlamlı idi (p<0,05). HbA1c değerleri ile GDM gelişimi arasındaki ilişki incelendiğinde, ilk trimesterde HbA1c değeri >6 olan gebelerin OGTT bozukluğu ve GDM gelişimi açısından daha büyük risk altında olduğu görüldü (p: 0,03)
TARTIŞMA ve SONUÇ: Erken gebelikte saptanan TFTB ve yüksek HbA1c değerinin GDM gelişimi için risk faktörü olabileceğini ve bu gebeliklerin daha yakından izlenmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Thyroid disease is the second most common endocrine disease to affect women of reproductive age. Gestational Diabetes Mellitus is defined as glucose intolerance that comes out or is first recognized during pregnancy, and disappears after delivery. And the incidence is increasing. Thyroid function tests disorder and high HbA1c value which detected in early pregnancy, that the whether there is a risk factors for developing GDM in later stages of pregnancy.
METHODS: Eighty-two women in weeks 6-20 of pregnancy attending the internal medicine clinics and the Obstetrics and Gynaecology Clinics of Merzifon Karamustafa Paşa Government Hospital between January 2013 and July 2013 were investigated retrospectively in this study. Serum levels of TSH, fT4, fT3, FBG, HbA1c and development of GDM were assessed in all cases. Statistical analyzes were performed using SPSS 15.0 software. P values <0.05 were considered statistically significant.
RESULTS: Thyroid gland dysfunction was found 42 of all patients.Hypothyroidism was found 20 (%24.4) of cases and hyperthyroidism was found 22(%26.8) of them.The prevalence of family history was significantly higher in cases with thyroid dysfunction(p=0.01). 8(%9.8) of patients were diagnosed as impaired glucose tolerance and 5(%6.1) of them were diagnosed as gestational DM according to OGTT performed in 24-28 weeks of gestation. There was no significant difference in the prevalence of impaired glucose tolerance or gestational DM between two groups(p=0.0091). In addition, serum levels of fasting plasma glucose were higher in patients with thyroid gland dysfunction (p=0.0012). The mean levels of HbA1c were 5.9+0.64 in patients with thyroid gland disorder and 5.1+0.33 in control group. There was a significant difference between two groups (p< 0.05). The patients with HbA1c>6 in first trimester were found to be in higher risk for developing impaired glucose tolerance and gestational DM (p=0.03).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Thyroid gland disfunction and high HbA1c levels in early pregnancy can be evaluated as risk factors in developing GDM. Thus,we suggest that these patients should be screened carefully during pregnancy.

7.Prenatal and Postnatal Evaluation of Cases with Minor Fetal Abnormalities
Dogan Vatansever, Gözde Yeşil, Burak Giray, Vedat Dayıcıoğlu
doi: 10.16948/zktipb.541396  Pages 28 - 34
GİRİŞ ve AMAÇ: Ultrasonografide gözlenen minör belirteçlerin artmış anöploidi riskiyle ilişkili olduğu düşünülmektedir. Çalışmamızda ikinci düzey ultrasonografi sırasında saptanan minör belirteç izlenmiş olguların prenatal ve postnatal dönemde yapılan takiplerinin sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde ikinci düzey ultrasonografik taraması gerçekleştirilen 3833 gebe çalışmamıza dahil edildi. İkinci düzey ultrasonografide minör anomalilerin izole olarak veya birden fazla minör anomalinin kombine olarak saptandığı 369 olgu vaka grubumuzu oluşturdu. Bunun dışında kalan, minör ve majör anomalinin saptanmadığı 3464 olgu ise kontrol grubumuzu oluşturdu.
BULGULAR: Toplam 369 hastadan 295’inde (%79,95) izole minör anomali saptanırken, 74’ünde (%20,05) ise kombine minör anomali saptanmıştır. İzole minör anomali grubunu oluşturan hastalarda 10 (%3.4) trizomi 21 olgusu, 1 (%0.3) trizomi 18 olgusu, 4 (%1.4) kistik fibroz olgusu, 2 (%0.7) kardiyak anomali olgusu, 4 (%1.4) renal anomali olgusu görüldü. Kombine minör anomali gurubu içerisinde yer alan; hiperekojen intrakardiyak odak izlenen 37 hastanın 7’sinde (%18.9) trizomi 21, 1’inde trizomi 18(%2.7), 3’ünde (%8.1) kardiyak anomali ve 3’ünde (%8.1) renal anomali mevcuttu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İzole minör anomali saptanması ile kombine minör anomali saptanması arasında anöploidi açısından istatistiksel olarak anlamlı fark vardır. Minör anomalilerden hiperekojen barsak, hiperekojen intrakardiyak odak, renal piyelektazi, nazal kemik hipoplazisi ve uzun kemiklerde kısalık trizomi 21 riskini istatistiksel olarak anlamlı oranda arttırmaktadır.
INTRODUCTION: Prenatal detection of minor abnormalities by fetal ultrasonographic examination are associated with increased aneuploidy risk. The aim of the study was to evaluate the prenatal and postnatal outcomes of cases with minor fetal abnormalities.
METHODS: We reviewed 3833 women who had second-trimester ultrasonographic examination at Zeynep Kamil Research and Training Hospital, retrospectively. Three hundred sixty-nine women with fetal minor abnormalities were assigned to case group, 3464 women without fetal abnormality were assigned to control group.
RESULTS: Two hundred ninety-five (79.95%) women had isolated fetal minor abnormality and 74 (20.05%) women had multiple minor abnormalities. There were 10 (3.4%) infants with trisomy 21, 1 (0.3%) infant with trisomy 18, 4 (1.4%) infants with cystic fibrosis, 2 (0.7%) infants with congenital cardiac anomalies, and 4 (1.4%) infants with congenital renal anomalies in the single minor fetal abnormality group. There were 7 (18.9%) infants with trisomy 21, 1 (2.7%) infant with trisomy 18, 3 (8.1%) infants with congenital cardiac anomalies, and 3 (8.1%) infants with congenital renal anomalies in cases with hyperechogenic foci in the fetal heart combined with any other minor markers.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There were statistically significant differences between the case group and control group with regard to aneuploidy. Isolated hyperechogenic bowel, isolated short femur-humerus and combination of hyperechogenic foci in the fetal heart, renal pyelectasis and hypoplasia of the nasal bone were associated with increased trisomy 21 risk.

8.Evaluation of ADHD Related Quality of Life in a Clinical Sample of Children and Adolescents
Fahri Çelebi, Dilek Unal
doi: 10.16948/zktipb.495103  Pages 35 - 38
GİRİŞ ve AMAÇ: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu(DEHB), çocuk ve ergenlerde işlevselliği bozan ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyebilen bir bozukluktur. Çalışmamızda, DEHB’nin yaşam kalitesi üzerine etkisini ve DEHB’li çocuk ve ergenlerde yaşam kalitesini etkileyen değişkenleri araştırmak amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza DEHB tanısı konulan 8-18 yaş aralığında 49 olgu dahil edilmiştir. DEHB tanısı klinik görüşme ile DSM-5 tanı ölçütlerine göre konulmuş ve DEHB tanısı alan olgulara Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli-Türkçe Uyarlaması (ÇDŞG-ŞY-T) uygulanarak DEHB alt tipleri ve diğer eş tanılar belirlenmiştir. Çocuk ve ergenlerde yaşam kalitesini değerlendirmek için DEHB yaşam kalitesi ölçeği(DEHB YKÖ) uygulanmış ve DEHB belirtileri Conners’ Anne Baba Derecelendirme Ölçeği(CADÖ) ile değerlendirilmiştir. Sosyoekonomik düzey (SED) ilk klinik görüşmede klinisyen tarafından Hollingshead-Redlich Ölçeği kullanılarak belirlenmiştir.
BULGULAR: Araştırmaya katılan 49 hastanın (12 kız/37 erkek), ortalama yaşı 11.15 (Min: 8, Max: 14.5, SD: 1.53) olarak saptanmıştır. CADÖ toplam puanı ortalaması 44.59 (SD: 18.8), DEHB YKÖ Ev toplam puanı ortalaması 57.51 (SD: 15.49) ve DEHB YKÖ Okul toplam puanı ortalaması 57.97 (SD: 14.51) olarak bulunmuştur. Cinsiyet, yaş, SED, DEHB alt tipi, DEHB belirti şiddeti ve psikiyatrik eş tanı ile DEHB yaşam kalitesi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: DEHB kronik gidişli, çocuğun günlük yaşamını olumsuz yönde etkileyen bir bozukluktur. Klinisyenlerin DEHB’li çocuk ve ergenleri değerlendirirken sadece belirti şiddeti ve klinik özellikleri değil, aynı zamanda DEHB’nin kendisinin çocuğun hayat konforu üzerine etkilerini de dikkate almaları önemlidir.
INTRODUCTION: Attention Deficit Hyperactivity Disorder (ADHD) is a psychiatric disorder that interrupts functionality and impairs life quality. Our aim in this study is to determine the effect of ADHD related quality of life and the factors which may be related with the quality of life in children and adolescents who have ADHD.
METHODS: 49 children and adolescents with a diagnosis of ADHD were included in this study. ADHD diagnosis was made in the first clinical interview according to DSM-V and Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School-Age Children--Present and Lifetime Version(K-SADS-PL) was administered to assess the ADHD subtypes and comorbid psychiatric diagnoses. Socioeconomic status was determined by using the Hollingshead-Redlich scale. To assess the quality of life, ADHD quality of life scale (ADHD QoL) was used. Conners’ parent rating scale (CPRS) was filled by the parents of the children to investigate the severity of ADHD symptoms.
RESULTS: The mean age of the patient group (12 girls/37 boys) was 11.15 (SD: 1.53). Mean total score of the CPRS was 44.59 ( SD: 18.8). According to the ADHD QoL scale, total home subscale mean score was 57.51(SD: 15.49) and total school subscale mean score was 57.97 (SD: 14.51). No significant relationship was found between the quality of life and age, sex, symptom severity and psychiatric comorbidities.
DISCUSSION AND CONCLUSION: ADHD is a chronic disorder which has negative impact on daily life. It is important for clinicians not only to consider the clinical conditions and symptom severity, but also the impact of ADHD on life comfort while evaluating children and adolescents with ADHD.

9.Analysis of Consecutive 100 Patients Aged Between 0-3 Years Who were Consulted with The Orthopedics Department by Pediatrics Outpatient Clinic
Recep ÖZTÜRK, Murat Yasin Gençoğlu, ÖMER FARUK ATEŞ, Mahmut Nedim Aytekin, Orçun Toktaş
doi: 10.16948/zktipb.429353  Pages 39 - 43
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, 0-3 yaş arası erken çocukluk döneminde çocuk polikliniğinden ortopedi polikliniğine danışılan hastaların demografik verilerinin analizi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2017- 2018 yılları arasında, çocuk polikliniğinden ortopedi polikliniğine konsulte edilen hastalar içinden, 0 ile 3 yaş arası yaşları olan ardışık yüz hastanın, yaşları, klinik bulguları ve ortopedik inceleme sonuçları retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Yaşları 1 ay ile 36 ay arası değişen, ortalama yaşları 17 ay olan 100 çocuk hastanın 54 ü kız, 46 sı erkek hasta idi. 14 farklı ön tanı ile hastalar ortopedi kliniğine danışıldı. En sık danışılma nedeni gelişimsel kalça displazisi ön tanısı idi (44 hasta). Danışılan hastaların 14 ünde gelişimsel kalça displazisi saptandı. İkinci en sık ön tanı, içe basma idi (25 hasta). Diğer daha nadir ön tanılar, doğumsal klavikula kırığı (9 hasta), tortikollis (4 hasta), pes equinovarus (4 hasta), o-bone (3 hasta), eklemlerden ses gelmesi(2 hasta), eklemlerde spastisite(2 hasta), planovalgus, sellülit, parmak ucunda yürüme, sakral kıllanma, polidaktili, tetik parmak ve brakial pleksus hasarı idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çocuk hastalıkları kliniklerindeki 0-3 yaş arası erken çocukluk muayenelerinde en sık rastlanılan ortopedik patolojiler gelişimsel kalça displazisi ve içe basma olmakla birlikte, klinisyenin en az ondan fazla sık görülen ortopedik patoloji hakkında şüpheci olması önemlidir.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to analyze demographic data of the children aged between 0 and 3 years who were consulted with the orthopedics department by pediatrics outpatient clinic.
METHODS: Ages, clinical findings, and radiologic examination outcomes of consecutive 100 patients who were consulted with the orthopedics department by pediatrics outpatient clinic between 2017 and 2018 were retrospectively studied.
RESULTS: Of the 100 pediatric patients aged between 1 month and 36 months witha mean age of 17 months, 54 were girls and 46 were boys. Orthopedics clinic was consulted with 14 different presumed diagnoses. The most common cause of consultation was the presumed diagnosis of developmental hip dysplasia (44 patients). Developmental hip dysplasia was detected in 14 of the consulted children. The second most common presumed was in-toeing (25 patients). The other less frequent presumed diagnoses included congenital clavicular fracture (9 patients), torticollis (4 patients), pes equinovarus deformity (4 patients), o-bone (3 patients), noisy joints (2 patients), articular spasticity (2 patients), planovalgus, cellulitis, toe walking, sacral hirsutism, polydactylism, trigger finger, abd brachial plexus damage.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The most common orthopedic pathologies in the early childhood examination of pediatric patients aged between 0 and 3 years in pediatric clinic are developmental hip dysplasia and in-toeing, although clinicians should suspected of at least more than ten common orthopedic pathologies.

10.Evaluation of Obesity and Metabolic Status in Polycystic Ovary Syndrome in Fertile and Infertile Groups
VUSLAT LALE BAKIR, Gul Karahan
doi: 10.16948/zktipb.558143  Pages 44 - 48
GİRİŞ ve AMAÇ: Polikistik over sendromunda(PKOS) fertil ve infertil gruplarin BKİ ve metabolik değerleri karşılaştırılarak obezite ve metabolik durumun fertilite üzerine etkisini belirlemektir. Polikistik over sendromunda(PKOS) fertil ve infertil grupların beden kitle indeksi (BKİ),metabolik değerleri karşılaştırılarak obezite ve metabolik durumun fertilite üzerine etkisini belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2013- 2018 döneminde Rotterdam Tanı Kriterlerine göre PKOS tanısı alan 230 hastanın, klinik ve metabolik verileri retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Beden kitle indeksi (BKİ), bel –kalça oranı, mensturasyon süreleri, fertilite durumu, fertilite süresi, parite durumu, hirsutizm varlığı ve derecesi ile hastalara uygun diyet ve açlık süresini takiben 75 gr oral glikoz tolerans testi (OGTT) yapılmıştır.İnsulin direnci HOMA-IR ile belirlenmiştir. Total kolesterol,HDL ve LDL kolesterol düzeyleri belirlenmiştir. BKİ’ne göre hastalar; normal kilolu,fazla kilolu ve obez olarak gruplara ayrılmış ve fertilite durumuna göre sonuçlar değerlendirilmiştir.Metabolik bozukluklar BKİ ve fertilite durumlarına uygun olarak karşılaştırılmıştır. Rotterdam tanı kriterlerine göre PKOS tanılı 230 hastanın klinik ve metabolik verileri retrospektif olarak değerlendirildi.Beden kitle indeksi (BKİ), bel / kalça oranı,mensturasyon,fertilite durumu, infertilite süresi,parite, hirsutizm, 75 g oral glukoz tolerans testi (OGTT), HOMA –IR değeri, total kolesteroll, HDL, LDL kolesterol düzeyleri belirlendi.BKİ'ne göre; normal kilolu, fazla kilolu ve obez gruplar fertilite durumuna göre gruplandırıldı ve değerlendirildi. Metabolik bozukluklar BMI ve fertilite durumuna göre karşılaştırıldı.
BULGULAR: Yaş ortalaması 26,7’dir. BKİ ortalaması 28.92±5.95 kg/m2 ‘dir. Olguların %25’i normal kiloda olup,%73’ü normalden fazla kilodadır. Olguların 181’i (%78.5) infertildir, 49’u (%21,5) fertildir. İnfertilite süreleri 12 ile 196 ay arasında değişmekte olup, ortalaması 33.92±24.25 ay, medyanı 24 aydır. Bel çevresi 62 ile 135 cm arasında değişmekte olup, ortalaması 87.76±13.48 cmdir. Bel/kalça oranı 0.65 ile 0.98 arasında değişmekte olup, ortalaması 0.80±0.06 saptanmıştır. BKİ dağılımı fertil ve infertil grupta da benzerdir. Olguların 99’unda (%43.1) insülin direnci, 77’sinde (%33.5) bozulmuş glikoz toleransı, 12’sinde (%5.2) DM saptanmıştır.Lipid düzeyleri gruplar arasında anlamlı farklılık göstermemiştir. Glikoz metabolizması bozuklukları her iki grupta benzerdir. Yaş ortalaması 26.7, Ortalama BKİ 28.92 ± 5.95kg/m2 idi. Olguların% 25'i normal kilolu,% 73'ü fazla kilolu olduğu belirlendi. Olguların 181'i (% 78.5) infertil, 49'u (% 21.5) fertil ve infertilite süresi 12 ile 196 ay arasındaydı (ortalama 33.92 ± 24.25 ay, median 24 ay). Hastaların 99'unda (% 43.1) insülin direnci, 77'sinde (% 33.5) bozulmuş glukoz toleransı ve 12'sinde (% 5.2) DM vardı. Glikoz ve lipit metabolizması ve bozuklukları her iki grupta da benzerdir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PKOS olgularında obezite ve metabolik bozukluklar daha sık görülmektedir. Ancak bu durumun fertilite üzerine etkisi, saptanmamıştır.
INTRODUCTION: The aim of our study was to compare the BMI and metabolic values of fertile and infertile groups in patients with polycystic ovary syndrome (PCOS) and to determine the effect of obesity and metabolic status on fertility and infertile groups and the fertility effect of obesity.
METHODS: The clinical and metabolic data of 230 patients who presented to the gynecology outpatient clinic of our hospital between 2013 and 2018 and were diagnosed with PCOS according to the Rotterdam Diagnosis Criteria were evaluated. Body mass index (BMI), waist ratio, menstrual period, fertility status, fertility duration, parity status, presence and degree of hirsutism were evaluated. 75 g oral glucose tolerance test (OGTT) was performed following appropriate diet and fasting period. Fasting glucose and insulin levels and insulin resistance cases were determined. Total cholesterol, HDL and LDL cholesterol levels were determined. Patients with BMI; The patients were divided into two groups as fertile and infertile, evaluated for obesity and metabolic data, and data on the relationship with BMI were calculated statistically. These metabolic disorders were compared to BMI and fertility status.
RESULTS: The mean age of the patients was 26.7 years. The mean BMI was 28.92 ± 5.95 kg / m2. Only 25% of the patients had normal weight and 73% were overweight. 4 (1.7%) cases in the weak group with BMI less than 18.5, 58 (25.2%) cases in normal weight group with BMI 19-24.9, 71 (30.9%) in overweight group with BMI 25-29.9 There were 86 cases (37.4%) in obese group with BMI 30-39.9 and 11 cases (4.8%) in morbidly obese group with BMI of 40 and above. u (21.5%) is fertile. The duration of infertility ranged from 12 to 196 months, with a mean of 33.92 ± 24.25 months and a median of 24 months. The waist circumference is between 62 and 135 cm and the average is 87.76 ± 13.48 cm. The waist / hip ratio ranged from 0.65 to 0.98 and the mean was 0.80 ± 0.06. The distribution of BMI was similar in the fertile and infertile groups. 99 (43.1%) of the patients had insulin resistance, 77 (33.5%) had impaired glucose tolerance and 12 (5.2%) had DM. Mean blood lipid levels were not significantly different between fertile and infertile groups. The distribution of glucose metabolism disorders was similar in both groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Obesity and metabolic disorders are more common in PCOS cases. There was no significant difference between fertile and infertile groups according to BMI.

11.Perioperative and Postoperative Outcomes of Laparoscopy and Open Method for Surgical Staging of Endometrial Cancer
Dogan Vatansever, Burak Giray, Yasmin Aboalhasan
doi: 10.16948/zktipb.556016  Pages 49 - 53
GİRİŞ ve AMAÇ: Endometrium kanserinin evreleme cerrahisinde laparoskopik yaklaşımın güvenirliğini laparotomi ile karşılaştırmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2015 ile Ağustos 2017 tarihleri arasında laparoskopik (n=40) ve laparotomik (n=81) yöntemle tedavi edilen 121 endometrium kanserli hastanın bilgileri geriye dönük olarak değerlendirildi. İki grup operasyon süreleri, intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar, hemoglobin değerleri, hastanede kalış süreleri ve postoperatif ek tedavi gibi preoperatif ve postoperatif özellikleri açısından karşılaştırıldı. Bütün hastalara histerektomi ve bilateral salpingo-ooferektomi uygulandı ve gereklilik halinde lenf nodu diseksiyonu ve omentektomi yapıldı.
BULGULAR: Gruplar yaş, doğum sayısı, vücut kütle indeksi, menopozal durum, ASA (the American Society of Anesthesiologists) skoru, lenfadenektomi gerekliliği ve hastanede kalış süreleri açısından benzerdi. Preoperatif ve postoperatif hemoglobin değişim değerleri (p=0.013) ve operasyon süreleri (p<0.001) arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı. Laparoskopi yapılan gruptaki hastaların operasyon süreleri daha fazla bulunurken, hemoglobin değişim değerleri daha az bulundu. Laparotomi yapılan grupta barsak hasarı (%1,2), yara yeri infeksiyonu (%13,6) ve postop ileus (%8,6) gelişirken, laparoskopi yapılan grupta yara yeri infeksiyonu (%2,5) ve postop ileus (%5) gelişti. Gruplar arasında intraoperatif (p=1) ve postoperatif komplikasyonlar açısından (yara yeri infeksiyonu için p=0.101; postop ileus için p=0.716) anlamlı fark yoktu. Gruplar histolojik grade, FIGO evresi, histolojik alt tip, lenfovasküler alan invazyon oranları, myometrial invazyon, çıkarılan lenf nodu miktarı, nodal metastaz oranları, tümör yerleşimi, servikal stromal invazyon ve kemoterapi ya da radyoterapi gibi ek tedavi uygulanmaları açısından benzerdi. Hiçbir hastada lenfokist ya da lenfödem gibi uzun dönem komplikasyonlar ve rekkürens gelişmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız laparoskopik yaklaşımın endometrium kanserli hastaların evrelemesinde laparotomiye benzer komplikasyon oranlarıyla güvenli bir şekilde uygulanabileceğini gösterdi. Ayrıca laparoskopi endometrium kanserinin evrelemesinde ve tedavisinde laparotomi kadar etkin bulunmuştur.
INTRODUCTION: The aim of the study was to compare the safety of the laparoscopic and open method for endometrial cancer staging
METHODS: Between January 2015 and August 2017, we reviewed 121 women with endometrial cancer treated by open (n=81) or laparoscopic (n=40) approach, retrospectively. Two groups were compared in terms of operating times, intraoperative and postoperative complications, perioperative and postoperative features such as hemoglobin values, the lengths of hospital stay, and adjuvant therapy. All of the patients underwent a hysterectomy and bilateral salpingo-oophorectomy; and when indicated, omentectomy and lymphadenectomy were performed.
RESULTS: There were no significant differences between the two groups with regard to the number of parities, body mass index, menopausal status, age, the American Society of Anesthesiologists (ASA) scores, the requirement of lymphadenectomy, and hospital stay. There were significant statistical differences between groups in terms of operation time and difference of hemoglobin (p<0.001, p=0.013; respectively). Laparoscopic surgery had a longer operative time than laparotomy, and difference of hemoglobin in the laparotomy group is more than the laparoscopy group. Patients who underwent staging with laparotomy had bowel injury (1.2%), wound infection (13.6%), and postop ileus (8.6%) while in the laparoscopy group patients had wound infection (2.5%) and postop ileus (5%). There were no statistically significant differences between the two groups in terms of the intraoperative (p=1) and postoperative complications (p=0.101 for wound infection, p=0.716 for postop ileus). The groups were similar in terms of the histological grade, FIGO stage, histologic subtype, the rate of lymphovascular invasion, the depth of myometrial invasion, the total number of lymph nodes resected in lymph node dissections, the rate of lymph node metastasis, the location of the tumor, cervical stromal invasion, and the adjuvant therapy such as chemotherapy and brachytherapy. None of the patients in both groups had a recurrence and long-term lymphatic complication such as lymphocyst, lymphedema.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our current data demonstrated that the laparoscopic approach can be performed without loss of safety with similar complication rates in patients with endometrium cancer. Additionally, the laparoscopy was not inferior to the laparotomy in terms of efficacy.

12.Retrospective Evaluation of Children Applying for Athlete Licenses
Nilüfer Çetiner, Ibrahim Hakan Bucak, Habip Almiş, Fedli Emre Kılıç, Mehmet Turgut
doi: 10.16948/zktipb.450625  Pages 54 - 58
GİRİŞ ve AMAÇ: Spor faaliyetlerine katılan çocukların ve ergenlerin sayısı son yıllarda giderek artmaktadır, ancak müsabaka/ antreman sırasında meydana gelen ani ölümler aileler ve toplum arasında endişe kaynağıdır. Bu çalışmanın amacı, çocuklara spor lisansı için pediatrik kardiyolog tarafından değerlendirilmesi gerekir mi sorusuna bir cevap aramaktı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yaşları 7-17 arasında olan spora yeni başlamış 168 çocuk çalışmaya dahil edildi. Katılımcılar detaylı bir fizik muayeneden geçirildi ve bir pediatrik kardiyolog tarafından değerlendirildi. Sporcu çocuklar öykü, fizik muayene, 12 derivasyonlu elektrokardiyografi ve ekokardiyografi ile incelendi. Aritmi saptanan hastalar 24 saatlik Holter monitörizasyonu ile araştırıldı.
BULGULAR: Çalışmada 136 (%81) erkek ve 32 (%19) kız toplam 168 olgu mevcuttu. Olguların yaşları ortalaması 13 yıl (7-17) idi. Tüm katılımcıların % 4,1’inde elektrokardiyogramda ve % 11,9’nda ekokardiyografide patoloji saptandı. Anlamlı şikayeti olan, aritmi saptanan veya aile hikayesi olan 14 çocuğa efor testi, 5 çocuğa 24 saat ritim Holter monitörizasyonu ve hipertansif olan 1 çocuğa 24 saat ambulatuar holter monitörizasyon yapıldı. Holter monitörizasyonu katılımcıların 2’nde sık izole monomorfik ventriküler erken atımı açığa çıkardı. Yedi katılımcı profesyonel spor aktivitelerinden uzaklaştırıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Spor aktivitelerine bağlı ani ölümleri engellemek amacı ile spor öncesi kardiyovasküler değerlendirmeyi içeren ulusal kılavuzlar geliştirilmelidir. Genç çocuk sporcuların spor aktivitelerine başlamadan önce bir pediatrik kardiyolog tarafından değerlendirilmesi gerektiği çalışmamızın ana sonucudur.
INTRODUCTION: The numbers of children and adolescents taking part in sporting activities has risen increasingly in recent years, but sudden deaths occurring during matches or training are a cause for concern among families and in society. The purpose of the study was to seek an answer to the question of whether children should be evaluated by a pediatric cardiologist for sports licenses.
METHODS: 168 children aged 7-17 who had newly started sporting activities or doing sport for some time were included in the study. Participants underwent a detailed physical examination and were assessed by a pediatric cardiologist. Athletes were examined using history, physical examination, 12-channel echocardiogram and echocardiography. Children with arrhythmia were investigated using 24-h Holter monitoring.
RESULTS: 168 cases, 136 (81%) boys and 32 (19%) girls were enrolled. The mean age of the cases was 13 years. Pathology was determined in 4.1% of all subjects at electrocardiogram and in 11.9% at echocardiography. Effort tests were applied to 14 children with significant symptoms, in whom arrhythmia was determined or with a family history, 24-h rhythm Holter monitoring to five children and ambulatory Holter monitoring to one hypertensive child. Holter monitoring revealed frequent isolated monomorphic ventricular premature contraction in two subjects. Seven participants were eventually suspended from sporting activities.
DISCUSSION AND CONCLUSION: National guidelines including presport cardiovascular evaluation have been developed in order to prevent sports-related sudden deaths. The main conclusion from our findings is that young children engaging in sports should be evaluated by a pediatric cardiologist before starting sporting activities.

13.Association Between Postpartum Depression and Synthetic Oxytocin Use for Postpartum Hemorrhage Prevention and Treatment
Resul Karakus, ÇİĞDEM PULATOĞLU
doi: 10.16948/zktipb.558732  Pages 59 - 63
GİRİŞ ve AMAÇ: Doğum sonrası depresyon (PPD), en sık görülen doğum sonrası psikiyatrik bozukluktur. Oksitosin (OT), nöropsikiyatrik durumlar hakkında olası bir teşhis ve tedavi aracı olarak dikkat çekmiştir. Son zamanlarda, çalışmalar eksojen oksitosin uygulamalarının maternal beyin yanıtındaki rolünü incelemeye başlamıştır. Bu çalışmanın amacı postpartum sentetik oksitosin uygulaması ile doğum sonrası depresif ve anksiyete bozuklukları arasındaki ilişkiyi incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Postpartum ekzojen oksitosine maruz kalan kadınların, postpartum depresif ve anksiyete bozukluğu riskinin maruz kalmayanlara kıyasla daha düşük olacağı varsayılmıştır. Olgular "Oksitosin kullanılan" (n = 100) ve "Kontrol" (n = 100) grupları olmak üzere iki grup altında incelenmiştir. Oksitosin grubuna postpartum kanamanın önlenmesi ve tedavisi için doğumdan hemen sonra intravenöz oksitosin verildi. Doğum sonrası altıncı haftada depresyon ve maternal anksiyete anketleri yapıldı.
BULGULAR: Oksitosin grubunda depresyon insidansı (% 4) kontrol grubundan (% 14) anlamlı derecede düşüktü (p: 0.026, p <0.05). Oksitosin kullanmayan hastalarda depresyon gelişme riski 3.9 kat daha fazla bulundu. Postpartum kanama için oksitosin kullanımı ile postpartum depresyon semptomlarının azalması arasında bir ilişki saptadık.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bulgularımız ekzojen OT kullanılmasının kadınlarda doğum sonrası depresyon ve anksiyete semptomlarına katkıda bulunabileceğini göstermektedir. Daha fazla sayıda çalışma ile ekzojen oksitosinin maternal ruh hali ve kaygı üzerindeki uzun dönem sonuçları ve yüksek dozda uzun süreli OT kullanımının güvenilirliği araştırılmalıdır.
INTRODUCTION: The aim of this study was to examine the relationship between postpartum synthetic oxytocin administration and the development of depressive and anxiety disorders after delivery.
METHODS: We hypothesized that women exposed to postpartum exogenous oxytocin would have a reduced risk of postpartum depressive and anxiety disorders compared with those without exposure. The cases were examined under two groups as "Oxytocin users" (n = 100) and "Control" (n = 100) groups. Oxytocin group was given introvenous oxytocin just after the delivery for postpartum hemorrhage prevention and treatment. Questionnaires of depression and maternal anxiety were performed at the sixth week after the delivery.
RESULTS: The incidence of depression (4%) in the oxytocin group was significantly lower than the control group (14%) (p: 0.026, p <0.05). Patients who do not use oxytocin have a 3.9-fold greater risk of developing depression. We identified a relationship between using oxytocin for postpartum hemorragie and decreased postpartum depressive symptoms.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our findings suggest using exogenous oxytocin may contribute to postpartum symptoms of depression and anxiety among women. Future research should watch the longitudinal role of exogenous oxytocin in maternal mood and anxiety, the safety of high-dose long-term use of oxytocin.

14.Assesment of Female Sexual Function of Pregnant Women: Relation with Serum Androgens and Fetal Gender
Bahar Sarıibrahim Astepe
doi: 10.16948/zktipb.533351  Pages 64 - 69
GİRİŞ ve AMAÇ: Hamilelik sırasında fiziksel ve hormonal değişiklikler sonucunda kadınların cinsel sağlığı önemli derecede etkilenmektedir.Hamile Türk kadınlarda cinsel değişiklikler ile androjenik hormonlar ve fetal cinsiyet ilişkisini değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu kesitsel çalışma Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği'nde değerlendirilen 194 sağlıklı gebeyi içermektedir. Gebe kadınlar, Kadın cinsel işlev ölçeği(KCİÖ) ve sosyodemografik özelliklerle ilgili sorular içeren,kendi kendine uygulanan bir anket doldurdu. Serum androjenleri aynı zamanda çalışıldı. FSFI toplam ve altgrup puanları, maternal serum total testosteron, dehidroepiandrosteron sülfat(DHEAS) ve 1-4 delta androstenedion düzeyleri ölçüldü.
BULGULAR: Türk gebe kadınlarda %68 oranında cinsel işlev bozukluğu bulundu. Cinsel işlev bozukluğu oranı, gebelik boyunca KCİÖ'nin toplam ve altgrup puanlarını içerir. KCİÖ'nin toplam ve altgrup puanları trimesterlar arasında farklılık göstermese de, gebelik haftası ilerledikçe orgazm altgrup puanının azaldığı bulundu. Bunun yanında gebelik haftası ilerledikçe toplam testosteron artışıyla beraber DHEAS düzeyinin azaldığı görüldü. Kız fetüslü kadınlarda KCİÖ puanları ve trimesterlar arasında androjen düzeyleri değerlendirildiğinde, üçüncü trimesterdaki total testosteron düzeyi,birinci ve ikinci trimester düzeylerinden daha yüksek bulundu. Ayrıca ilk trimesterdaki DHEAS düzeyleri ikinci ve üçüncü trimester seviyelerinden yüksek bulundu. Erkek fetüsü olan kadınlarda trimesterlar arasında androjen düzeyleri, KCİÖ toplam ve altgrup puanları açısından anlamlı bir fark yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Türk gebe kadınlarda yüksek bir cinsel işlev bozukluğu oranı (%68) bulundu. Toplam testosteron, DHEAS ve KCİÖ orgazm altgrup skorunun trimesterlar arasında farklılık gösterdiği bulundu. Sağlık hizmeti sunanlar antenatal muayenelerde cinsel sağlık konusunda danışmanlık için daha çok zaman ayırmalı ve cinsel sağlık ve sorunlar hakkında konuşmak için gebeleri teşvik etmelidirler.
INTRODUCTION: As a result of physical and hormonal changes during pregnancy sexual health of women affected significantly.
METHODS: To evaluate sexual changes related to androgenic hormones and fetal gender in pregnant Turkish women
RESULTS: There was a rate of 68% sexual dysfunction among Turkish pregnant women. The sexual dysfunction rate comprises the total and domain scores of FSFI throughout the pregnancy. Although the total and domain scores of FSFI did not differ between trimesters, orgasm domain scores were found to be decreasing with increasing gestational age. Along with an increase in total testosterone, the DHEAS level decreases with increasing gestational age. When the women with female fetus were evaluated for FSFI scores and androgen levels between trimesters, the mean level of total testosterone in third trimester was higher than the levels of first and second trimesters besides the mean level of DHEAS in the first trimester was higher than the levels of second and third trimesters. There was not any significant difference according to the androgen levels, FSFI total and domain scores between trimesters of the women with male fetus.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found a high sexual dysfunction rate (68%) among pregnant Turkish women. The level of total testosterone, DHEAS and FSFI orgasm domain were found to be different between trimesters. Healthcare providers should provide more time for counseling about sexuality and encourage pregnant women to talk about sexual health and problems during antenatal visits.

CASE REPORT
15.Vaginal Reflux in Childhood: Two Case Reports
Ahmet Mithat Elmacı, Metin Gündüz, Hayrullah Alp
doi: 10.16948/zktipb.450696  Pages 70 - 72
Vajinal reflü, miksiyon sırasında idrarın geri akım ile vajen içerisine doğru birikimidir. Bu durum genellikle prepubertal kızlarda görülen ve yapısal anormalliğin olmadığı fonksiyonel bir işeme bozukluğudur. Asemptomatik bakteriüriden tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu ve gündüz idrar kaçırmaya kadar değişik bulgularla ortaya çıkabilir. Bu yazıda idrar yolu enfeksiyonu öyküsü ve gündüz idrar kaçırma şikayeti ile başvuran ve vajinal reflü saptanan iki olgu sunulmuştur. İlk hasta 9 yaşındaydı ve tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu nedeniyle istenen işeme sistoüretrogramda, işemenin erken fazında vajinaya doğru geri dolum tespit edildi. On yaşındaki ikinci hasta idrar kaçırma şikayetiyle başvurdu ve üriner sistem ultrasonografisinde vajende, miksiyon sonrası kaybolan sıvı birikimi tespit edildi. Her iki hastaya da tuvalet eğitimi verildi ve takiplerinde şikayetleri kayboldu.
Vaginal reflux is defined as reflux of urine back into the vaginal vault during voiding. This condition is a type of lower urinary tract dysfunction commonly seen in prepubertal girls without structural abnormalities. The clinical presentation is diverse, varying from asymptomatic bacteriuria to recurrent urinary tract infections, and urinary incontinence. In this case report, we present two cases of vaginal reflux presented with urinary tract infection and urinary incontinence. The first patient was a 9-year-old girl with a complaint of recurrent urinary tract infection. Voiding cystourethrogram demonstrated retrograde filling of the vagina during early voiding phase. The second patient was 10 years old who had urinary incontinance and urinary tract ultrasonography revealed a collection of the vagina that disappeared after voiding. The patients were managed with toilet training, and remained free of symptoms afterwards.

16.PantoeaAgglomerans: A Rare Cause of Early Onset Neonatal Sepsis
Aslı Okbay Güneş, Fatma Güliz Atmaca, Gonca Vardar, Elif Özalkaya, Caner Yürüyen, Hacer Aktürk, Güner Karatekin
doi: 10.16948/zktipb.432653  Pages 73 - 74
Pantoea türleri Enterobacteriaceae ailesinde yer alan gram-negatif basillerdir. Yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde nadir bir sepsis etkeni olarak tanımlanmışlar ve genellikle katater ile veya kontamine parenteral sıvılarla ilişkili bulunmuşlardır. Bu yazıda, erken sepsis etkeni olarak Pantoea agglomerans ile enfekte olan preterm bir yenidoğan olgusu sunulacaktır. Pantoea agglomerans’ın nadir bir erken yenidoğan sepsis etkeni olabileceğine ve iyi bir prognoza sahip olduğuna dikkat çekmek istenmiştir.
Pantoea species, which are the members of Enterobacteriaceae family are gram-negative bacilli. It is identified as a rare cause of sepsis in neonatal intensive care units and found related to catheter or contaminated parenteral fluids. In this report, a preterm newborn who was infected with Pantoea agglomerans as a cause of early sepsis will be presented. In this case report, it is wanted to take attention that Pantoea agglomerans in preterm infants may be a rare cause of early neonatal sepsis and have a good prognosis.

REVIEW ARTICLE
17.Preeclampsia, Maternal and Fetal Effects, Management, Interventions for Prevention and Nursing Role
Meltem Uğurlu, Tülay Yavan
doi: 10.16948/zktipb.358118  Pages 75 - 81
Preeklampsi maternal ve perinatal mortalite ve morbiditenin önemli bir nedenidir. Her yıl dünyada yaklaşık 70.000 anne ölümünden ve 500.000 bebek ölümünden sorumludur. Preeklampsi maternal renal yetmezlik, karaciğer tutulumu gibi organ disfonksiyonu ya da uteroplesental yetmezlik, fetal büyüme geriliği gibi komplikasyonlar açısından risk oluşturmaktadır. Preeklampside maternal-fetal morbidite ve mortalitenin yüksek olması, etiyoloji ve patogenezin tam olarak bilinmemesi nedeniyle koruyucu yaklaşımların önemi dikkat çekmektedir. Hemşireler preeklampsinin tanılanması, değerlendirilmesi ve yönetiminde kritik bir role sahiptirler. Araştırmalarda nitelik ve nicelik bakımından yeterli doğum öncesi bakım hizmetlerinin, riskli ya da hafif preeklampsi tanısı almış gebelere yararlı olduğu vurgulanmıştır. Hemşirelerin hasta bakımı ve yönetimini güvenli bir şekilde sürdürebilmeleri için preeklampsi yönetiminde nasıl bir hemşirelik bakımı uygulaması gerektiğini bilmeleri gerekmektedir. Literatürde preeklampsi ile ilgili çok sayıda çalışmaya rastlanırken preeklampsi ve hemşirelik ile ilgili çalışmaların az olduğu değerlendirilmiştir. Bu konudaki bilimsel çalışmaların preeklampsi riski taşıyan gebelere kaliteli bir hemşirelik bakımının sağlanması ile maternal ve neonatal sağlığın korunmasına katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
Preeclampsia remains a principal cause of maternal and fetal morbidity and mortality. In addition, it is responsible for 70,000 maternal deaths and 500,000 infant deaths annually. Preeclampsia poses a risk for some complications such as maternal renal insufficiency and liver involvement organ dysfunction or uteroplacental dysfunction and fetal growth restriction. The protective approaches for preeclampsia gain importance because maternal-fetal morbidity and mortality is high, and etiology and pathogenesis are not completely known. Nurses can play a critical role in diagnosis, assessment and management of women at risk for preeclampsia. It is highlighted in the studies that adequate antenatal care in terms of quality and quantity is beneficial for diagnosed with risky or mild preeclampsia women. Nurses need to know how to administer nursing care in the management of preeclampsia. In literature there are many studies about preeclampsia but there are few studies about preeclampsia and nursing care. It is thought that scientific studies in this subject will contribute to the preservation of maternal and neonatal health by providing quality nursing care to pregnant women at risk of preeclampsia.

18.A Current Overview of Planned Home Deliveries in The World; Risks And Benefits
Pınar Kumru, Ahmet Topuzoğlu
doi: 10.16948/zktipb.531769  Pages 82 - 90
Gelişmiş ülkelerde planlı evde doğum oranı %0,1-%20 arasında değişmektedir. Son 20 yıldır özellikle gelişmiş ülkelerde evde doğum planlayan kadın sayısında artış dikkat çekicidir.
Planlı ev doğumlarında çoğu literatürde birbiri ile uyumlu şekilde maternal sonuçları olumlu olarak bildirilmişse de yenidoğan sonuçları açısından daha değişkendir. Daha önceki araştırmalarda, düşük riskli kadında planlı ev doğumlarında, oksitosin indüksiyonu, sezaryen/operatif doğum, doğum sonrası kanama, perineal laserasyon, farmakolajik analjezik ihtiyacı ve epizyotomi gibi müdahale ve maternal morbiditeler azalmış olarak bildirilmiştir. Düşük riskli kadında intrapartum fetal ölümler, yenidoğan ölümleri, düşük Apgar skorları ve yenidoğan yoğun bakım ünitesine kabul açısından hastane ve ev doğumları arasında fark bulunmadığını bildiren araştırmalar yanında artmış olumsuz yenidoğan sonuçları gösteren araştırmalarda mevcuttur. Planlı ev doğumları özellikle nulliparlar gebeler için küçük de olsa artmış yenidoğan riskleri ile ilişkili bulunmuşken multipar gebeler için daha güvenli olduğu bildirilmiştir. Fakat makat prezentasyon, çoğul gebelik, ve geçirilmiş sezaryen öyküsü olan kadınlarda evde doğum önerilmemektedir.
Kadınların ev doğumlarında çevrelerini daha iyi kontrol edebildikleri, kendi şartlarını belirleyebildikleri, istemedikleri müdahalelerden kaçınabilecekleri ve doğum sırasında karar almada etkin rol alabildikleri için memnuniyetlerinin arttığı bildirilmiştir.
Planlı ev doğumlarının sonuçlarını gebelik sırasında alınan annelik bakımı, gebelik ve doğum sırasında destek veren obstetrisyen ve ebelerin eğitim düzeyi, hastaneye uzaklık ve transfer koşulları gibi bir çok faktör etkilemektedir.
Uluslararası kabul görmüş standartlara dayanan uygulama ve kılavuzların kullanımı evde doğum güvenliği için önemlidir. Evde doğum, klavuzlar rehberliğinde, eğitimli ebe/obstetrisyen eşliğinde veya sağlık sistemine entegre transfer sistemlerinin varlığında, düşük riskli kadınlar için özellikle yenidoğan sonuçları açısından risklerin çok az veya hastane doğumlarına benzer olduğu tespit edilmiştir.
Bu derleme, planlı ev doğumlarını maternal ve neonatal sonuçlar ile olan ilişkisinini güncel araştırmalar ışığında gözden geçirecek ve planlı ev doğumlarının riskleri ve faydaları tartışacaktır
In developed countries, the planned home delivery rate varies between 0.1% and 20%. In the last 20 years, especially in developed countries, the number of women planning birth at home increased noteworthy.
For planned home births, most maternal outcomes were reported positive, and are compatible with each other according to the results in the previous literature. However, the results for the neonatal outcomes are more variable. Planned home births in low-risk women results with lower levels of oxytocin induction, cesarean/operative delivery, postpartum hemorrhage, perineal laceration, need for pharmacologic analgesic and episiotomy intervention and maternal morbidity, according to the previous reports. In addition to the studies indicating that there are no differences for low-risk women between hospital and home births; in terms of intrapartum fetal deaths, neonatal deaths, low Apgar scores, and admission to the neonatal intensive care unit rates, other studies report increased negative neonatal outcomes. Planned home births are reported to be safer for multiparous pregnancies, especially when they are compared with nulliparous women who have small but significantly increased neonatal risks. However, home delivery is not recommended for women with breech presentation, multiple pregnancies and previous cesarean section.
It has been reported that women are better able to control their environment in home births, determine their own conditions, avoid undesired interventions, and increase their satisfaction because they can play an active role in decision-making at birth.
Planned home births were effected by maternal care during pregnancy, the level of education of obstetricians and midwives who support during pregnancy and delivery, and the distance to hospital and transfer conditions for the mothers.
The practices and guidelines based on the internationally accepted standards are important for the home birth safety. It was found that in the presence of trained midwives / obstetrician guided guidance and integrated transfer systems, the risks of home birth for low-risk women were very few or similar to hospital deliveries, especially in the terms of newborn results.
This review will evaluate the relationship between planned home births and maternal and neonatal outcomes with regard to current studies and discuss the risks and benefits of planned home births.

19.Molecular Approach to Pediatric Precursor B-ALL
Dilara Fatma Akın Balı
doi: 10.16948/zktipb.425982  Pages 91 - 101
Lösemi, çocukluk çağında en sık görülen malign hastalıktır. Bu hastalık yaklaşık 150 yıl önce tanımlanmıştır, ancak son 30 yıllık süreçte tedavide %90’lara varan bir başarı oranına ulaşılabilmiştir. Bu başarılı sonuçlara ulaşılmasında çoklu ilaç uygulamaları, santral sinir sistemi profilaksisi, idame ve destek tedavi uygulamaları etkili olmuştur. Tedavide bu kadar başarılı sonuçların alınmasına rağmen nüks lösemi için bir risk olmaya devam etmekte ve ALL hastalarının %20’sinde görülmektedir. Tedaviden alınan farklı sonuçlar diğer bütün kanser tiplerinde olduğu gibi lösemi’nin de heterojen bir yapıya sahip olduğunu işaret etmektedir. Bu nedenle erken, doğru bir teşhis ile daha etkin bir tedavinin ancak kişiye özgü (hastalık alt gruplarına) tedavi, yöntem ve müdahale stratejilerinin geliştirilmesi ile mümkün olabileceği öngörülmektedir. Bu kapsamda diğer bütün kanser tiplerinde olduğu gibi “lösemi genomunda” yapısal ve/veya işlevsel bozukluk gösteren genler, lösemi tanısı, tedavisi ve nüksünün önlenebilmesi için yeni prognostik araçlar
olabilme potansiyeli taşımaktadır.
Leukemia is the most common malignant disease in childhood. This disease was identified almost 150 years ago, but in the last 30 years, treatment processes have achieved a success rate of up to 90%. These successful outcomes were supported by multi-drug treatments, central nervous system prophylaxis, maintainability and therapeutic applications. Although successful treatment outcome relapse continues to be a risk for leukemia and is seen in 20% of patients with leukemia. In this case, all other types of cancers as well as leukemia have a structure that is heterogeneous. Therefore, individualized treatment methods are more effective than early accurate diagnosis, hence the development of individualised treatment methods and intervention strategies have become necessary. In this context, as in all other types of cancer the leukemia genome contain structural abnormalities several genes leading to their functional dysfunction. These genes have the potential to become novel biomarkers for diagnosis, prognosis, treatment and prevention of relapse.

LookUs & Online Makale