E-ISSN 2757-8062
Volume : 50 Issue : 4 Year : 2024

Quick Search

ZEYNEP KAMIL MEDICAL JOURNAL - Zeynep Kamil Med J: 50 (4)
Volume: 50  Issue: 4 - 2019
ORIGINAL RESEARCH
1.The Evaluation of Zinc Levels of Preschool And School-Aged Children With Iron Deficiency: A Cross-Sectional Case-Control Study
Ömer Kartal, ORHAN GURSEL
doi: 10.16948/zktipb.532853  Pages 183 - 186
GİRİŞ ve AMAÇ: Dünyada hala ek sık gözlenen nutrisyonel eksiklikler demir ve Çinko eksiklikleridir. Günümüzde bu nutrisyonel eksiklikler sadece gelişmekte olan ülkelerin değil tüm dünyanın önemli bir problemidir. Bu çalışmanın amacı, okul öncesi ve okul çağında demir eksikliği olan çocuklarda serum Çinko seviyelerini karşılaştırmak ve eritrosit indekslerine olan etkilerini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Ocak 2011 ile Ağustos 2017 tarihleri arasında Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi çocuk hematolojisi polikliniğine başvuran, serum Çinko ve demir düzeyleri bakılmış çocuklar dahil edildi. Hastalar okul öncesi (2-5 yaş) ve okul çağı (6-12 yaş) olarak 2 gruba ayrıldı ve grupların serum demir ve Çinko düzeyleri değerlendirildi.
BULGULAR: Demir eksikliği anemisi olan gruplarda serum Çinko düzeyleri, kontrol gruplarına göre istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde düşük bulundu (p<0.05). Yapılan korelasyon analizinde serum Çinko düzeyi ile hemoglobin düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı ve pozitif yönlü bir korelasyon saptandı (p <0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışma sonucunda elde ettiğimiz veriler Çinkonun anemi için bağımsız bir risk faktörü olduğu yönündedir. Demir eksikliği anemisi olan çocuklarda demir tedavisine rağmen düzelmeyen anemi varlığında Çinko desteği düşünülmelidir
INTRODUCTION: Iron and zinc deficiencies are still the most common nutritional deficiencies in the world. Nowadays, these nutritional deficiencies are a major problem not only for the developing countries but also for the whole world. The aim of this study was to compare serum zinc levels in children with iron deficiency in preschool and school-aged periods and to evaluate their effects on erythrocyte index.
METHODS: The children, whose serum zinc and iron levels were checked, were recruited from outpatient pediatric hematology clinic at Gülhane Training and Research Hospital in the period from January 2011 till August 2017.
Participants were divided into 2 groups as preschool (2-5 years) and school-aged (6-12 years) periods and serum iron and zinc levels were evaluated.
RESULTS: Serum zinc levels were significantly lower in the groups with iron deficiency anemia compared to the control groups (p<0.05).Correlation analysis revealed a statistically significant and positive correlation between serum zinc and hemoglobin
levels (p <0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The data obtained from the study showed that serum zinc level is an independent risk factor for anemia. In children with iron deficiency anemia, zinc supplementation should be considered in the presence of anemia that does not improve despite the iron replacement.

2.Analgesic Effect of Oral Hyoscine N Butyl Bromur in Endometrial Biopsy
Yesim Akdemir, Görker Sel, Büşra Aynalı, Müge Harma, Mehmet Ibrahim Harma
doi: 10.16948/zktipb.622227  Pages 187 - 189
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı Pipelle ile yapılan endometrial biyopsi işlemi öncesinde oral yoldan alınan 10 mg Hyosine N Butil Bromur (HBB)’nin analjezik etkinliğini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Eylül 2018- Eylül 2019 tarihleri arasında, Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi'nde, anormal uterin kanamanın değerlendirilmesi için Pipelle ile endometriyal biyopsi yapılmış, 18-49 yaş arasındaki hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Endometriyal biyopsi işleminin 30 dakika öncesinde oral yoldan 10 mg HBB kullanan 48 hasta HBB Grubu, endometriyal biyopsi işlemi öncesinde hiçbir analjezik kullanmayan 56 hasta ise Kontrol Grubu olarak ayrıldı.
BULGULAR: Yaş, vücut kitle indeksi, parite, vajinal ve sezaryen doğum sayısı, nulliparite, multiparite ve menopozal durum parametreleri açısından 2 grup arasında fark gözükmezken endometriyal biyopsinin hemen sonrasında kaydedilmiş VAS (0) ve endometriyal biyopsiden 30 dakika sonra kaydedilmiş olan VAS (30) skorları HBB Grubunda Kontrol Grubuna göre daha düşük saptandı (sırasıyla 59,3 ± 21,12 vs 86,42 ± 10.95, ve 19,09 ± 23,85 vs 55,71 ± 21,67; p≤0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Endometriyal biyopsi işleminden 30 dakika önce oral yoldan alınan 10 mg HBB’nin, endometriyal biyopsi sırasında ve işlemden 30 dakika sonrasında analjezik etkinliği vardır. Bu data HBB’nin diğer jinekolojik endikasyonlar ile kullanımının yaygınlaşmasına yardımcı olabilir.
INTRODUCTION: To investigate the efficacy of oral 10 mg Hyoscine N Butyl Bromur (HBB) on pain perception of the patients who underwent endometrial biopsy with Pipelle.
METHODS: The charts of the patients who were 18-49 years and underwent endometrial biopsy with Pipelle for evaluation of abnormal uterine bleeding at Zonguldak Bülent Ecevit University, between September 2018 and September 2019 were retrospectively evaluated. 48 patients were seperated as HBB Group who used oral 10 mg HBB 30 minutes before endometrial biopsy and 56 patients as Control Group who did not used any pain relief medication before endometrial biopsy.
RESULTS: There were no statistically significant difference between two groups in age, BMI, parity, number of vaginal and cesarean births, nulliparity, multipartiy, and menopausal status. On the other hand, VAS (0) scores which were recorded immediately after endometrial biopsy and VAS (30) scores which were recorded 30 minutes after endometrial biopsy of the patients of the HBB Group were lower than the Control Group (59,3 ± 21,12 vs 86,42 ± 10.95, ve 19,09 ± 23,85 vs 55,71 ± 21,67 respectively; p≤0,001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: 10 mg oral HBB when taken 30 minutes before intervention, significantly decreases pain associated with Pipelle endometrial biopsy. This data might help to increase the endication spectrum of HBB for analgesic purposes in gynecology field.

3.Potential Role of Hsa-Mir-8072 in Prostate Cancer DU 145 Cells
Sule Ayla, Cuneyd Parlayan, Nihal Karakas, Eda Acikgoz, Gulperi Oktem
doi: 10.16948/zktipb.519592  Pages 190 - 193
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda, insan prostat kanser hücre hattı (DU145) ve prostat normal epitel hücre hatları (RWPE) arasında miRNA ifadesinin analizini yapmak ve kanser gelişiminde olası rolünü incelemeği amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: İnsan prostat epitel hücre hattı (RWPE) ve prostat kanseri hücre hatları (DU-145) Amerikan Tip Kültür Koleksiyonu (ATCC)’den temin edildi. Hücre hatlarının çoğaltılmasında ve sürdürülmesinde RPMI 1640 besi ortamı kullanıldı. Transkriptom analizi için RNA izolasyonu yapılarak, kütüphane oluşturuldu, kütüphanenin kantitasyonunun ardından NextSeq500 (illumina) ile sekanslama yapıldı. Dizileme, haritalandırma, bağıl gen ifade ölcümleri gibi biyoinformatik analizler Genomics Workbench v 8 yazılımı kullanılarak GRCh38 referans sekansı ile yapıldı.
BULGULAR: RWPE normal prostat epitel hücre kültürleri ile DU145 prostat kanser hücreleri karşılaştırıldığı zaman DU-145 prostat kanser hücre kültürlerinde, miRNA (hsa-mir-8072) ifadesinde anlamlı bir artma (p<0,05) görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu sonuç bize hsa-mir-8072 ifadesinin prostat kanserinde onkogenik miRNA olarak rol oynayabileceğini düşündürdü.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to analyze miRNA expression between prostate cancer cell line (DU145) and prostate normal epithelial cell lines (RWPE) and to investigate its possible role in cancer development.
METHODS: Human prostate epithelial cell line (RWPE) and prostate cancer cell line (DU145) were acquired from ATCC. Both cell lines were maintanied in RPMI 1640 medium. Total RNA were isolated and fragmented. Adapters were ligated to prepare RNA library for whole trasncriptome experiments. Statistics and bioinformatics analysis including mapping, clustering, sequencing were done by using Genomics Workbench v 8. software.
RESULTS: As we compared the normal prostate ephitalial cells (RWPE) and prostate cancer cells (DU 145); miRNA (hsa-mir-8072) were significantly (p<0.05) up-regulated in DU145 cells.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This result suggests that the hsa-mir-8072 expression may play a role as a oncogen in prostate cancer.

4.Polycystic Ovary Syndrome in Adolescent Girls: Clinical, Endocrinological and Metabolic Findings
Bahar Özcabı, Feride Tahmiscioglu, Esma Sengenc, Evrim Çifçi Sunamak, Ibrahim Adaletli, Sebuh Kurugoglu, OYA ERCAN, Olcay Evliyaoğlu
doi: 10.16948/zktipb.499708  Pages 194 - 197
GİRİŞ ve AMAÇ: Polikistik over sendromu tanısı alan ergen kızların başvurudaki klinik, metabolik ve endokrin bulgularını değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2008-Aralık 2012 tarihleri arasında Rotterdam tanı ölçütlerine göre tanılandırılan 53 olgunun yakınmaları, adet düzenleri, fizik bakı bulguları (antropometrik ölçümler, Ferriman Gallwey skoru, akantozis nigrikans varlığı), bazal/uyarılmış adrenal androjen, açlık glukoz/insülin değerleri, kan yağ ve lipoprotein düzeyleri, pelvik ultrasonografi bulguları kaydedildi. Yaşa göre vücut kitle indeksi (VKİ) %95 ve üzeri olgular şişman olarak tanımlandı. Oligo/amenore, hiperandrojenizm ve ultrasonografide polikistik over bulgularının hepsinin bulunduğu hastalar klasik grup olarak adlandırıldı. Kan trigliserit düzeyi yaşa göre %97 değerinden fazla ise yüksek olarak nitelendirildi; HOMA-IR değeri ≥ 3,82 olgularda insülin direnci var kabul edildi.
BULGULAR: Ortalama başvuru yaşı 15±1,5 yıldı. En sık yakınma adet düzensizliğiydi (%49,1). Adet düzeni ayrıntılı sorgulandığındaysa olguların %60,4’ünde oligo/amenore olduğu görüldü. Olguların %43,4’ü şişmandı. Akantozis nigrikans (%37,7) olan olgularda şişmanlık daha sıktı (p=0.010). Hirsutizm %41,5 olguda orta-ağır (Ferriman Gallwey skoru≥16) olarak belirlendi: orta-ağır olgularda oligo/amenore daha sıktı (p=0,007). İnsülin direnci %39,6 olguda (%81 obez) vardı ve akantozis nigrikans saptananlarda daha sıktı (p=0,001). Trigliserit yüksekliği 49 olgudan 7’sinde saptandı; bu olguların hepsinde insülin direnci de mevcuttu (p=0,033). Serum trigliserit düzeyi ile HOMA-IR değeri arasında korelasyon saptandı (r: 0,415). Polikistik over bulgusu olguların % 96,2’sinde belirlendi. Klasik grupta diğer gruba göre oligo/amenore, hirsutizm, akantozis nigrikans, trigliserit yüksekliği anlamlı (p<0.005), total testosteron düzeyi anlamlılığa yakın yüksekti (p=0.056).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Polikistik over sendromu tanısında adet düzeni ayrıntılı olarak sorgulanmalıdır. Akantozis nigrikans saptanan olgular insülin direnci açısından irdelenmeli, insülin direnci varlığında trigliserit yüksekliği araştırılmalıdır.
INTRODUCTION: We aimed to evaluate the clinical, metabolic, and endocrinological findings of adolescent girls with polycystic ovary syndrome.
METHODS: The data about menstrual patterns, physical examination (anthropometric measurements, Ferriman Gallwey score, acanthosis nigricans), basal/stimulated adrenal androgens, fasting glucose/insulin, lipid/lipoprotein levels, and ultrasonography findings were obtained from the medical records of 53 cases diagnosed according to Rotterdam criteria between January 2008-December 2012. Patients with body mass index (BMI) percentile ≥95% according to age were defined as obese. Patients meeting all of the 3 criteria (menstrual irregularity, hyperandrogenism and polycystic ovaries on ultrasound) were defined as the classical group and the rest as the other group. Blood triglyceride level more than %97 percentile level according to age is considered high; insulin resistance was considered to be present in patients with HOMA-IR ≥3.82.
RESULTS: The mean age was 15±1.5 years. The most common complaint was menstrual irregularity(49,1%); oligo/amenorrhea was present in 60.4% of cases when questioned in detail. Acanthosis nigricans was more frequent in obese cases (p=0.010). Moderate-severe hirsutism (Ferriman Gallwey score ≥16) was present in 41.5% of patients in whom oligo/amenorrhea was more frequent (p=0.007). Insulin resistance was detected in 39.6% of the patients (81% obese) and more frequent in patients with acanthosis nigricans (p=0.001). Hypertriglyceridemia was determined in seven of 49 cases in which insulin resistance was significantly more frequent (p=0.033). A positive correlation was detected between triglyceride and HOMA-IR levels (r: 0,415). Polycystic ovary on ultrasound was detected in 96.2% of patients. In classical group; oligo/amenorrhea, hirsutism, acanthosis nigricans, and hypertriglyceridemia were more frequent than the other group (p<0.005). Total testosterone level was higher in the classical group but the difference was not significant (p=0.056).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The menstrual cycle of patients with polycystic ovary syndrome should be questioned in detail. In patients with acanthosis nigricans, insulin resistance must be considered and in the presence of insulin resistance hypertriglyceridemia should be investigated.

5.Retrospective Evaluation of Incisional Hernia Risk Factors and Comparison of the Effects on Hernia Development Time
Orhan Uzun, İbrahim Ali ÖZEMİR, Hakan Baysal, Fati&775;h Büyüker
doi: 10.16948/zktipb.628003  Pages 198 - 200
GİRİŞ ve AMAÇ: Karın ön duvarı hernileri (ventral herniler) arasında yer alan insizyonel herniler, karında uygulanan cerrahi girişimlerden sonra %2 ile %11 sıklık oranları ile bildirilmektedir. Bu çalışmadaki öncelikli amaç, insizyonel herni risk faktörlerini araştırmak ve yapılan karın operasyonu sonrası ilk bir yıl içinde insizyonel herni gelişimi ile bir yıldan sonra insizyonel herni gelişimi arasında bu risk faktörlerini karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: İnsizyonel herni nedeniyle opere edilen 46 hastanın ilk ameliyatının insizyon şekli, acil veya elektif şartlarda yapılıp yapılmadığı, hastanın yaşı, cinsiyeti, body mass indexi (BMI), yara yeri enfeksiyon varlığı, postoperatif pulmoner komplikasyonlar ve abdominal distansiyonu arttırıcı etkilerinden dolayı kronik obstruktif akciğer hastalığı (KOAH), sigara içim öyküsü; konstipasyon ve prostatizm retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Hastanın ilk ameliyatından sonra insizyonel herni gelişinceye kadar geçen süre bir yıldan kısa ise erken, bir yıldan uzun olanlar geçe insizyonel herni oluşan grup olarak tanımlanmıştır.
BULGULAR: Yapılan değerlendirme sonucunda erken 30 (%65,2), geç 16 (%34,8) insizyonel herni oluşan hasta mevcuttu. Herni oluşum zamanlamasına göre iki grup arasında yaş ortalaması bakımından istatistiksel bir fark olmamasına (p: 0,057) rağmen, geç dönem insizyonel herni oluşan hasta yaş ortalamasının daha düşük oluşu dikkat çekicidir. Diğer risk faktörleri arasında bir fark bulunamadı. Ayrıca insizyonel herni oluşumunda 60 yaş altı, kadın cinsiyet, obezite ve elektif cerrahi girişim çalışmamızda insizyonel herni risk faktörü olarak bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İnsizyonel herni oluşumunda literatürden farklı olarak kadın cinsiyet, genç yaş, elektif cerrahi risk faktörleri olarak bulunmuş olup, insizyonel herni oluşum zamanlamasına göre risk faktörlerinde arasında herhangi bir fark yoktu.
INTRODUCTION: Incisional hernia is located between the anterior abdominal wall herniations (ventral hernias) and reported with a frequency of 2%to 11%after abdominal surgical procedures. The aim of this study was to investigate the risk factors for incisional hernia and to compare these risk factors between incisional hernia development within one year after abdominal surgery and incisional hernia development after one year.
METHODS: The incision type of the first operation of 46 patients operated for incisional hernia, whether it was performed under emergency or elective conditions, age, gender, body mass index (BMI), presence of wound infection, postoperative pulmonary complications and chronic obstructive pulmonary disease (COPD), smoking history; constipation and prostatism evaluated retrospectively.
RESULTS: Thirty patients (65.2%) had early incisional hernia and 16 patients (34.8%) had late incisional hernia. According to the timing of hernia formation, there was no statistical difference between the two groups in terms of mean age, but the mean age of patients with late incisional hernia was lower. No difference between other risk factors. In addition, under age 60, female gender, obesity and elective surgical intervention were found to be risk factors for incisional hernia formation.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Unlike the literature, female sex, young age, elective surgery were found to be risk factors for incisional hernia and there was no difference in the incidence of incisional hernia. According to the timing of hernia formation, there was no difference in risk factors.

6.The Effects of Respiratory Syncytial Virus Prophylaxis Application Protocol on Patient Compliance and Clinical Outcomes in Congenital Heart Diseases
Oyku Tosun
doi: 10.16948/zktipb.495665  Pages 201 - 204
GİRİŞ ve AMAÇ: Palivizumab, yüksek riskli çocuklarda respiratuar sinsisyal virüs (RSV) önlenmesinde iyi tolere edilen, güvenli bir monoklonal antikordur. Hastaların zamanında ve tam doz proflaksi alabilmeleri için anne ve babanın uyumu son derece önemlidir. RSV proflaksisinde hasta uyumunu ve klinik sonuçlarını değerlendiren makaleler bulunmaktadır. Her kliniğin kendi takip ve uygulama protokolü bulunmaktadır ancak kullanılan protokoller, hasta uyumu ve doz tamamlanması ile ilgili bir çalışma bulunmamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ekim 2016-Mart 2018 tarihleri arasında çocuk kardiyoloji polikliniğinde RSV proflaksisi endikasyonu almış hemodinamik olarak anlamlı KKH’na sahip 2 yaş altı toplam 60 hastaya ait veriler çocuk kardiyoloji poliklinik ve servis kayıtlarından retrospektif olarak incelendi. 2 farklı sezonda, proflaksi endikasyonu alan ve 2 farklı protokol ile takip edilen hastalar uyum ve klinik sonuçlar açısından birbiriyle karşılaştırıldı. Tam uyum, sezon boyunca 5 aylık dönemde, 30 gün aralarla en az 4 doz palivizumab uygulaması yapılması olarak tanımlandı.
BULGULAR: Ekim 2016- Mart 2017 sezonunda, 5 aylık dönemde uygulan ortalama doz 1 ± 0.2 doz idi ve tam hasta uyumu %10 olarak bulundu. Doz aralıkları 37.2 ± 6.15 gün olarak bulundu. 10 hastada (%40) ASYE nedeniyle hastaneye yatış ve RSV izolasyonu mevcuttu. Ekim 2017-Mart 2018 sezonunda yapılan protokol değişikliği sonrası, hasta uyumu %100 olarak değerlendirildi, ASYE nedeniyle acil servis başvurusu ve hastaneye yatış gereksinimi tespit edilmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Palivizumab proflaksisinde doz tamamlanması ve aralığı uyumunu arttırmak RSV’ye bağlı hastane yatışlarını önemli ölçüde azaltmaktadır. Detaylı ve iyi organize edilmiş takip ve uygulama protokolleri hazırlanmak uyumu arttırmada son derece önemlidir.
INTRODUCTION: Palivizumab is a well tolerated, safe monoclonal antibody in the prevention of respiratuar syncytial virus (RSV) in high-risk children. The adaptation of the parents is extremely important for patients to be able to receive timely and full dose prophylaxis. There are articles evaluating patient compliance and clinical outcomes in RSV prophylaxis. Each clinic has its own follow-up and administration protocol, but there are no studies on the protocols used, patient compliance and dose completion.
METHODS: A total of 60 patients with hemodynamically significant congenital heart disease who had RSV prophylaxis in the pediatric cardiology outpatient clinic between October 2016 and March 2018 were retrospectively reviewed. The patients who received prophylaxis in 2 different seasons and were followed up with 2 different protocols were compared with each other in terms of compliance and clinical results.
RESULTS: In the October 2016- March 2017 season, the mean dose was 1 ± 0.2 in the 5-month period and full patient compliance was 10%. Dose intervals were 37.2 ± 6.15 days. 10 patients (40%) were hospitalized. After the protocol change was made in the October 2017-March 2018 season, patient compliance was evaluated as 100%
DISCUSSION AND CONCLUSION: In palivizumab prophylaxis, increasing the dose and increasing the compliance of the interval significantly decreases hospitalizations due to RSV. Detailed and well-organized follow-up and application protocols are extremely important in increasing compliance.

7.Thyroid Cancers: Diagnosis and Surgical Management
Abdulhak Hamit Karayağız, Ekrem Ferlengez
doi: 10.16948/zktipb.643830  Pages 205 - 209
GİRİŞ ve AMAÇ: Tiroid kanserleri çok defa karşımıza soliter hipoaktif bir nodül olarak çıkmakta ancak bu nodülün malignite tanısı koyulmasındaki bir takım güçlükler uygulanan cerrahi girişim seçimini de zorlaştırmaktadır. Tiroid kanseri tanısı ile opere edilen hastalarda tiroid kanser tanısı ve tedavisinin uygulanması için gerekli cerrahi yöntem tercihini belirlemek amacıyla bu çalışmaya yöneldik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi Cerrahi Kliniğinde opere edilen toplam 40 tiroid kanseri hastasının verileri incelendi. Bu hastaların başvuru yakınmaları ve radyolojik görüntüleme bulguları, laboratuar sonuçları, yapılan cerrahi girişim verileri incelenmiştir.
BULGULAR: 40 tiroid kanseri hastasının 25’i (%62.5) kadın, 15’i (%27.5) erkek idi. Kadın hastaların 23'ü (%92), erkek hastaların 13'ü (%86.6) ötiroid idi. Hastalarımızın 29 (%72.5)’u papiller kanser, 5 (%12.5)’i folliküler kanser, 2 (%5)’si medüller kanser, 3 (%7.5)’ü anaplastik kanser ve 1 (%2.5)’i hurthle hücreli karsinom idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tiroid kanseri cerrahisindeki değişikliklerin fazlalığı, hatta çoğu tiroid kanserinin takip edilmesi sonucu grupların oluşması, total tiroidektomi ve lobektomi arasında evrilen cerrahi, bu tür çalışmaların varlığının değerli olduğunu düşündürmektedir.
INTRODUCTION: Thyroid cancers often appear as a solitary hypoactive nodule, but several difficulties in diagnosing malignancy of this nodule also make it difficult to choose the correct surgical intervention. We turned to this study to determine the choice of a surgical method for the diagnosis and treatment of thyroid cancer in patients who are operated with a thyroid cancer diagnosis.
METHODS: The data of a total of 40 thyroid cancer patients who were conducted at Haseki Training and Research Hospital Surgical Clinic were examined. The patients' admission complaints and radiological imaging findings, laboratory results and surgical intervention data were examined.
RESULTS: Of the 40 thyroid cancer patients, 25 (62.5%) were female and 15 (27.5%) were male. Twenty-three (92%) of female patients and 13 (86.6%) were euthyroid. 29 (72.5%) of our patients had papillary cancer, 5 (12.5%) follicular cancer, 2 (5%) medullary cancer, 3 (7.5%) anaplastic cancer and 1 (2.5%) hurthle cell carcinoma.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The excessive changes in thyroid cancer surgery, even the formation of groups as a result of the follow-up of most thyroid cancers, the surgery that evolved between total thyroidectomy and lobectomy suggest that the existence of such studies is valuable.

8.Effect of Shorter Duration of Estrogen Replacement on the Outcome of Vitrified Warmed Embryo Transfer Cycles
Ayşen Boza, Ece Aksakal, Mehmet Ceyhan, Oğuzhan Bulduk, BASAK BALABAN, BÜLENT URMAN
doi: 10.16948/zktipb.639155  Pages 210 - 213
GİRİŞ ve AMAÇ: Vitrifiye embriyo transfer (VET) sikluslarında progesteron (P) desteği öncesi östradiyol (Ö) kullanım süresinin canlı doğum oranını (CDO) etkileyip etkilemediğini değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif kohort çalışma, Ekim 2015 ve Ekim 2017 arasında Amerikan Hastanesi Üremeye Yardımcı Teknikler Ünitesi’nde GnRH agonist uygulamasız artifisyel endometriyum hazırlığı ile tek blastokist transferi yapılan tüm hastaları kapsamaktadır. Sadece G1 ve G2 iyi kalitede blastokistler dondurulmuştur. >43 yaş olanlar, tedavi siklus kayıtlarında eksik verileri olan veya takipten çıkan hastalar çalışma dışı bırakılmıştır. Tüm hastalara âdetin 2. günü 6 mg sabit dozdan oral Ö tedavisi başlanmıştır. Östradiyol kullanım süresi embriyo transfer (ET) günü planlamasına göre 8 ile 14 gün arası değişmektedir. Toplamda 241 hastanın VET siklusu Ö kullanım sürelerine göre (Grup 1: <12 gün, n=105; Grup 2: ≥12gün, n=136) analiz edilmiştir. Çalışmanın primer sonuç değişkeni CDO’ dır.
BULGULAR: Toplam 241 VET siklusundaki P kullanımı öncesi E kullanım süresi: 8 gün (%3), 9 gün (%8), 10 gün (%16), 11 gün (%16.5), 12 gün (%22.5), 13 gün (%20.5), 14 gün (%13.5) şeklinde dağılım göstermektedir. Östradiyol takviyesinin 12 günün altında kullanımının 12 gün üzerinde kullanımına kıyasla CDO üzerine anlamlı etkisi yoktur (OR=1.25; %95 CI [0.75-2.1], p=0.38). Klinik gebelik, erken ve fetal kayıp oranları da gruplar arasında benzerdir. Ortalama endometrial kalınlık gruplar arasında benzerdir (9.5mm). Östradiyol takviyesinin reprodüktif sonuçlarla ilişkisi her gün için ayrı ayrı değerlendirildiğinde de anlamlı bir fark saptanmamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Vitrifiye embriyo transfer sikluslarında genel kabul görenden daha kısa östradiyol kullanımı canlı doğum oranlarını etkilememekte, abort riskini artırmamaktadır. Bu durum test edilmemiş ancak kuvvetle kabül görmüş bu protokolü sorgulanır kılmaktadır.
INTRODUCTION: To evaluate the effect of a shorter duration of estradiol (E) exposure prior to progesterone (P) administration on live birth rate (LBR) in vitrified warmed embryo transfer (VWET) cycles.
METHODS: A retrospective cohort study was conducted in the American Hospital (Koc University affiliated private hospital) between October 2015 and October 2017. All VWET cycles with a single blastocyst transfer using artificial endometrial preparation without GnRH agonist pretreatment were included. Only G1 and G2 good quality blastocysts had been cryopreserved. Women >43 years of age, treatment cycles with incomplete data and women who were lost to follow-up were excluded. All women received oral E treatment starting on day 2 of menstrual bleeding in a fixed dose of 6mg/day. The duration of E administration varied from 8 to 14 days due to concerns regarding embryo transfer scheduling. A total of 241 patients with vitrified warmed single blastocyst transfer cycles were analyzed according to the duration of E administration (Group 1: <12 days, n=105; Group 2: ≥12 days, n=136). The main outcome measure was LBR per transfer.
RESULTS: Among a total of 241 patients with vitrified warmed blastocyst transfers, E exposure prior to P supplementation was as follows: 8 days (3%), 9 days (8%), 10 days (16%), 11 days (16.5%), 12 days (22.5%), 13 days (20.5%), 14 days (13.5%). LBR was not significantly affected when the E treatment was administered for less than 12 days (OR=1.25; 95%CI [0.75-2.1], p=0.38). Mean endometrial thickness was similar among the groups (9.5mm). When the patients were sub-divided according to the duration of E treatment, primary and secondary outcomes were likewise similar.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Shorter than the normally accepted duration of E administration yields similar LBRs in VWET cycles, thus questioning the need to adhere strictly to an untested protocol.

9.Evaluation of Concurrent Endometrial Cancer in Patients with Endometrial Hyperplasia; 10 Years Experience as a Tertiary Center
Yusuf Çakmak, Tufan Oge, Ece Uslu, Duygu Kavak cömert, Özgür Aydın Tosun
doi: 10.16948/zktipb.557389  Pages 222 - 226
GİRİŞ ve AMAÇ: Cerrahi tedavi uygulanan endometrial hiperplazili hastalarda eş zamanlı endometrial kanser insidansını belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız retrospektif olarak dizayn edildi. 2007 - 2017 yılları arasında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi (ESOGÜ) jinekolojik Onkoloji bölümünde endometrial biyopsi ile endometrial hiperplazi (EH) tanısı alan ve cerrahi tedavi uygulanan hastaların tıbbi kayıtları incelenerek çalışma oluşturuldu. Endometrial örnekleme sonucu endometrial hiperplazili 522 hastanın verileri değerlendirildi. 187 hasta medikal tedavi uygulandığı için, 35 hasta tıbbi kayıtları yetersiz olduğu için ve 15 hasta endometrial kanser şüphesi olduğu için çalışma dışı bırakıldı. Çalışmaya endometrial hiperplazili 285 hasta dahil edildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 285 hastanın 64'ü (% 22.4) basit hiperplazi, 31'i (% 10.8) basit atipili hiperplazi, 72'si (% 25.2) kompleks hiperplazi ve 118'i (% 41.4) kompleks atipili hiperplazi idi. Histerektomi spesmenlerinin incelenmesiyle 84 (% 29.4) hastada endometrial patoloji izlenmezken, 36 hastada (% 12.6) endometrial kanser, 165 hastada (% 57.8) endometrial hiperplazi bulduk. Basit hiperplazide 1 (% 1,5) hastada endometrial kanser bulduk.Basit atipili hiperplazide 1 (% 3,2) hastada endometrial kanser tespit edildi. Kompleks hiperplazide 6 hastada (% 8.3) endometrial kanser vardı. Kopleks atipili hiperplazide 28 (% 23,7) hastada endometrial kanser tespit edildi. 2014 Dünya Sağlık Örgütü sınıflandırma sistemine göre, eş zamanlı endometrial kanser oranları atipili endometrial hiperplazide% 19.4, atipi olmayan endometrial hiperplazide% 5.1 olarak tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Basit hiperplazide eşzamanlı endometrial kanser oranı% 5.1, bu oran kompleks hiperplazide% 8,3 olarak bulundu. Atipi olmayan endometrial hiperplazili hastaların tedavisinde medikal tedavi seçilecekse bu oranlar göz önünde bulundurulmalıdır. Endometrial hiperplazi yönetiminde endometrial kanser için tüm risk faktörlerinin detaylı değerlendirilmesi önerilir.
INTRODUCTION: We aimed to determine the incidence of simultaneous endometrial cancer in patients with endometrial hyperplasia who underwent surgical treatment.
METHODS: Our study was designed retrospectively. The medical data of patients who was diagnosed endometrial hyperplasia (EH) by the endometrial biopsy and accepted surgical treatment were examined and collected between 2007 - 2017 at the gynecologic oncology depertmant of Eskişehir Osmangazi University (ESOGÜ). The data of 522 patients with endometrial hyperplasia as a result of endometrial sampling were evaluated. Due to 187 patients received medical treatment, 35 patients lacked medical data and 15 patients suspected endometrial CA were excluded from the study. A total of 285 patients with endometrial hyperplasia were included in the study.
RESULTS: Of the 285 patients included in the study, 64 (22.4%) were simple hyperplasia, 31 (10.8%) were simple atypia hyperplasia, 72 (25.2%) were complex hyperplasia and 118 (41.4%) were complex atypia hyperplasia. Endometrial hyperplasia could not be detected in 84 (29.4%) patients after a final pathology. We found endometrial cancer in 36 (12.6%) patients and endometrial hyperplasia in 165 (57.8%) patients. We found 1 (1.5%) patient EC in simple hyperplasia. EC was detected in 1 (3.2%) patient in SAH. 6 patients (8.3%) had EC in CH. 28 (23.7%) EC’s were detected in patients with CAH. According to the 2014 WHO classification system, Concurrent endometrial cancer rates were determined as AEH 19.4% and EH without atypia was 5.1%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Concurrent EC ratio in simple hyperplasia was 5.1% this rate was found to be 8.3% in CH. Management of patients with endometrial hyperplasia without atypia If medical treatment is to be chosen, these rates should be considered and it is recommended to consider all risk factors for EC.

CASE REPORT
10.Kabuki Make-Up Syndrome: A Rare Case
ALİ KARAMAN, Arda Cetinkaya, Selim Karaman
doi: 10.16948/zktipb.458645  Pages 227 - 229
Kabuki make-up sendromu, multipl konjenital anomaliler, tipik yüz görünümü, iskelet anomalisi, dermatoglifik değişiklikler, postnatal büyüme geriliği ve mental retardasyonla karakterize nadir bir sendromdur. Kabuki make-up sendromu, genellikle sporadik oluşan MLL2 ve KDM6A genindeki değişime bağlı doğumsal bir bozukluktur. Kabuki tipi yüz görünümü, gelişim geriliği, mental retardasyon, fetal parmak yastıkçıkları olan Kabuki make-up Sendromlu bir olgu literatüre katkı amacıyla sunuldu.
Kabuki Make-up Syndrome is a rare syndrome characterized by multiple congenital anomalies, typical with facial appearance, skeletal anomalies, dermatogliphic changes, postnatal growth failure and mental retardation. Kabuki Make-Up Syndrome is usually consisting of sporadic congenital disorder due to changes in MLL2 and KDM6A gene. We presented a case with typical features of Kabuki Make-Up Syndrome that has Kabuki type facial appearance, growth failure and mental retardation, fetal finger pads for contribute to the literature.

11.Dicavitary Twin Pregnancy in Didelphys Uterus
Necip Cihangir Yılanlıoglu, Koray Özbay, Resul Arisoy, Semra Kahraman
doi: 10.16948/zktipb.615521  Pages 230 - 232
Amaç: Uterus didelfis anomalisi olan infertil hastada IVF tedavisi ile elde edilen dikaviter ikiz gebelik olgusunu literatür bilgileri eşliğinde sunmak.
Olgu: 29 yaşında primer infertil hasta gebelik elde etme arzusu ile hastanemizin tüp bebek ünitesi’ne başvurduktan sonra daha önce varlığı bildirilmiş olan “uterus didelfis” anomalisi ultrasonografik değerlendirme ve histerosalpingografi ile teyit edildi. Uterin anomali dışında özgeçmişinde bir özellik bulunmamaktaydı. Daha öncesinde erkek faktörü nedeniyle uygulanan iki başarısız in vitro fertilizasyon denemesi olan hastaya yapılan tedavide her bir kaviteye bir tane 5. gün embriyosu transfer edildi ve her iki embriyonun implante olması neticesinde dikaviter ikiz gebelik gelişti. Gebelik elde edildikten sonra takipleri hastanemizin kadın hastalıkları ve doğum kliniği tarafından yapıldı. Şiddetli preeklampsi gelişmesi nedeniyle 35 hafta 4 günlük iken sezaryen-tek uterin insizyon ile ikiz bebekler doğurtuldu.
Sonuç: Uterus didelfis anomalisinde dikaviter ikiz gebelik olguları çok nadir olup, başarılı gebelik sonuçları için yakın takip önemlidir. Bu olguların doğumu veya sezeryanı özellikli olup, deneyimli kliniklerde yapılmalıdır.
Objective: The aim of this study is to present a case of a dicavitary twin pregnancy delivered at the 36th week of pregnancy by cesarean section in a woman with didelphys uterus where the pregnancy was achieved with in vitro fertilization technique, in the light of the literature.
Case: A 29-year-old primary infertile patient admitted to our hospital's IVF unit with the desire to become pregnant, diagnosed with uterus didelphys anomaly. There was no problem in her medical history other than this uterine anomaly. She had two unsuccesful in vitro fertilization attempts previously performed due to a male factor. Dicavitary twin pregnancy was obtained with the aid of in vitro fertilization and embryo transfer to both uteruses. Pregnancy follow-up was performed by the gynecology and obstetrics clinic of our hospital. Twins were delivered by cesarean section-single uterine incision at 35 weeks and 4 days as necessitated by severe preeclampsia.
Conclusion: Dicavitary twin pregnancy cases are very rare in uterine didelphys anomaly and close follow-up is important for successful pregnancy outcomes. The birth or the cesarean section of this condition are specified cases and should be done in experienced clinics.

12.A Rare Case Report: Herlyn-Werner-Wunderlich Syndrome (HWWS) seen with Primary Amenorrhea and Cervical Agenesis
Emsal Pınar TOPDAĞI YILMAZ, YUNUS EMRE TOPDAĞI, SERAY KAYA TOPDAĞI, Yakup Kumtepe
doi: 10.16948/zktipb.476364  Pages 233 - 235
The classic triad of Herlyn-Werner-Wunderlich syndrome includes blind hemivagina, uterine didelphys and ipsilateral renal agenesis. Herlyn-Werner-Wunderlich syndrome is a variant of Mullerian duct anomalies. Clinical presentation of the Herlyn-Werner-Wunderlich syndrome is usually accompanied by severe dysmenorrhea secondary to hematometrocolpos beginning with menarche and palpable pelvic mass. Early diagnosis and treatment are important in protecting the patient's fertility and preventing complications in the long term. In this study, when a 13-year old patient from the pediatric age group was being investigated for the pelvic mass, HWWS confirmed by MRI was identified. After the patient and his family were informed, and their consent was taken, the diagnostic laparoscopy was performed. Subsequently, after hematometra was removed by paravaginal repair, her complaints were resolved. The patient was followed up regarding fertility and endocrine functions, and a second operation could be performed in accordance with her age. This syndrome should be kept in mind in pediatric and adolescent patient groups who are investigated for severe dysmenorrhea, primary amenorrhea or pelvic mass.
Herlyn-Werner-Wunderlich sendromunun klasik triadı kör hemivagina, uterin didelphis ve ipsilateral renal agenezidir. Müllerian kanal anomalilerinin bir varyantıdır. Sebebi ve etiyopatogenezi bilinmemektedir. Klinik prezentasyonu genellikle menarj ile başlayan ve hematometrokolposa sekonder gelişen şiddetli dismenore ve ele gelen pelvik kitle şeklindedir. Erken tanı ve tedavi hastanın ilerideki fertilitesinin korunmasında ve komplikasyonların önlenmesinde önemlidir. Bu çalışmada 13 yaşında bekar pediatrik yaş grubundan hastanın pelvik kitle nedeniyle araştırılması yapılırken MRG ile tanısı kesinleştirilmiş HWWS olgusu tespit edilmiştir. Hastaya ve ailesine bilgi verilerek onamları alınmış ve diagnostik laparoskopi yapılmıştır. Daha sonra paravaginal onarım ile hematometra boşaltılmış ve şikayetleri giderilmiştir. İlerideki fertilite ve endokrin fonksiyonlar açısından takibe alınmıştır ve ikinci bir operasyon yaşına uygun olarak yapılabileceği yönünde fikir bildirilmiştir. Bu sendrom şiddetli dismenore, primer amenore veya pelvik kitle nedeniyle araştırılma yapılan pediatrik ve adelosan hasta gruplarında akılda bulundurulmalıdır.

REVIEW ARTICLE
13.Gender Inequality, Violence Against Women and the Approach of Health Care Workers
Selma Dağcı, Besey Ören
doi: 10.16948/zktipb.452219  Pages 236 - 240
Bu derlemede cinsiyet eşitsizliği, Türkiye ve dünyada kadına yönelik şiddetin görünümü, şiddetin nedenleri ve çözüm önerilerinin sunulması amaçlanmıştır. Şiddet tanımlanması ve girişimde bulunulması zor bir durum olmakla birlikte, şiddet sonrası mağdura yönelik koruma, tedavi ve iyileştirme hizmetlerin daha etkili biçimde sunulması ve gerektiği kadar sürekliğinin sağlanması çok büyük önem taşımaktadır. Toplumsal cinsiyet; toplumun kadın ve erkeklere verdiği roller, görevler ve sorumluluklardır. Kadına yönelik şiddet; cinsiyete dayalı olarak gerçekleşen ve kadınlarda fiziksel, cinsel, psikolojik herhangi bir zarar ve üzüntü sonucunu doğuran veya bu sonucu doğurmaya yönelik özel veya kamu yaşamında gerçekleşebilen her türlü davranış, tehdit, baskı veya özgürlüğün keyfi olarak engellenmesidir. Kadına yönelik şiddet prekonsepsiyonel öncesi dönemden başlamakta, doğumu takiben de kız bebeklerin öldürülmesi, yetişkinlik ve yaşlılık döneminde de daha çok cinsel istismara uğrama ve dayak olarak kendini sürdürmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2005 yılında 11 ülkede 24.000 kadın üzerinde yaptığı çalışmada, kadınların; %13-61’inin fiziksel, %6-59’unun cinsel, %15-71’inin hem fiziksel hem de cinsel, %20-75’inin ise duygusal şiddete maruz kaldığı bildirilmektedir. Kadına yönelik şiddeti önlemek ve azaltmak amacıyla birey, aile, toplum ve sağlık çalışanları olarak her grubun üzerine düşen bazı sorumluluklar vardır. Bu bağlamda; hükümet tarafından yasal düzenlemeler yapılarak; çocukları, mağdurları, cinsel tacizden koruyacak yasal uygulamalar desteklenmeli ve güçlendirilmelidir. Sağlık çalışanlarının çalışma ortamlarında hastaları ile yakın ilişki kurmaları, şiddetin saptanması ve girişimi açısından anahtar rol oynamaktadır. Sonuç olarak, sağlık çalışanları şiddet belirti, bulgu ve girişimleri konusunda eğitilmelidirler.
In this review, gender disparity, the appearance of violence against women in Turkey and the world, the reasons of violence and solution proposals were aimed at presenting. Although it is difficult to define and attempt violence, it is very important to provide protection, treatment and improvement services for post-violence victims more effectively and to ensure continuity as necessary. Social gender is the roles, Duties and responsibilities that society assigns to both men and women.Violence against women; on the basis of gender, and women actual physical, sexual, psychological harm and sadness caused to any private or public behaviour that occur in real life for looking this or that eventuality, threats, coercion or the arbitrary prevention of Liberty. Violence against women begins before the pre-parliamentary period, and after birth, the killing of girls continues as being subjected to sexual abuse and beating. According to the World Health Organization's study on 24.000 women in 11 countries, 13-61% of women are exposed to physical violence, 6-59% to sexual violence, 15-71% to physical and sexual violence, and 20-75% to emotional violence. In order to prevent and reduce violence against women, there are some responsibilities that fall on each group as individuals, family, community and health workers. In this context, legal arrangements must be made by the government to support and strengthen legal practices to protect children, victims and sexual harassment. Health workers ' close relationships with their patients in working environments play a key role in determining and attempting violence. In this context, health workers should be trained on their symptoms, findings and initiatives.

14.Child Abuse and Role of Pediatric Nurse
SELEN OZAKAR AKCA, Semra Söngüt
doi: 10.16948/zktipb.397204  Pages 241 - 250
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) çocuk istismarını; “Çocuğun sağlık, büyüme ve gelişmesini olumsuz olarak etkilenmesine sebep olan her türlü fiziksel ve/ veya duygusal, cinsel, ihmal/ ihmale neden olacak ticari reklam amaçlı/ diğer bütün etkileme şekilleri de içinde olmak üzere her türlü tutum ve davranışlara maruz kalması” olarak tanımlamıştır. Türkiye’de 7-18 yaş grubu çocukların %25’inin ihmale uğradıkları, %43’ünün fiziksel, %51’inin duygusal ve %3’ünün cinsel istismar yaşadıkları vurgulanmıştır. Bununla birlikte, 6-14 yaş arası çocukların %4,2’sinin, 15-17 yaş arası çocukların da %28’inin ekonomik istismara uğradığı bildirilmiştir. İstismarı artıran önemli faktörler arasında maddi durumun yetersizliği görülmektedir. Çocuk istismarı, etiyolojisi, tanı ve tedavisini içeren tüm boyutları ile karmaşık bir olay olarak değerlendirilmekte, çocukların istismardan korunması, erken tanı ve tedavi süreçlerinde multidisipliner ekibin görev alması gerekmektedir. Ekip içerisinde görev alan pediatri hemşireleri, istismar belirleyicilerini bilmesi, kötü muameleye maruz kaldığından şüphelenilen çocukları erken dönemde tespit etmesi, onları doğru merkezlere yönlendirmesi ve tedavi/rehabilitasyonlarını sağlamasıyla ekipte önemli bir rol taşımaktadır.
World Health Organization (WHO) describes child abuse; “Exposure to all kinds of attitudes and behaviors including commercial advertising or any other form of influence that may cause any physical and / or emotional, sexual, negligence or neglect to cause adverse effects on health, growth and development of children”. 25% of the children aged 7-18 were neglected, physical abuse was seen 43%, emotional abuse was 51% and sexual abuse was 3%. However, 4,2 % of children 6-14 and 28 % of children 15-17 were reported to be exposed to financial abuse. Besides, poor financial situation is consideed to be among the most important factors inducing child abuse. Child abuse is considered a complex event with its all dimensions including the etiology, diagnosis and treatment; protecting the children from abuse is essential and a multidisciplinary team of professionals during early diagnosis and treatment is needed. Pediatric nurses in the team play a significant role in; recognizing the signs for abuse, early-identification of the children likely to be exposed to maltreatment, directing them to the appropriate centers and providing them with the treatment/rehabilitation.

LookUs & Online Makale