E-ISSN 2757-8062
Volume : 44 Issue : 1 Year : 2024

Quick Search

ZEYNEP KAMIL MEDICAL JOURNAL - Zeynep Kamil Med J: 44 (1)
Volume: 44  Issue: 1 - 2013
REVIEW ARTICLE
1.Kadın Hastalıkları ve Doğum Alanında Kök Hücre Uygulamaları
Cem Çelik, Nicel Taşdemir
Pages 1 - 10
Abstract |Full Text PDF

2.Ovaryan Rezerv Testi; Anti Mülleryan Hormon
Mehmet Fırat Mutlu, Ilknur Mutlu, Tunay Efetürk
Pages 11 - 14
Abstract |Full Text PDF

ORIGINAL RESEARCH
3.Meme Kanseri Nedeniyle Tamoksifen veya Arimidex Kullanan Postmenopozal Asemptomatik Hastaların Endometriyal Değişikliklerinin Karşılaştırılması
Doğukan Anğın, Hüsnü Gökaslan, Ferhat Ekinci, Resul Karakuş, Pınar Anğın
Pages 15 - 22
GİRİŞ ve AMAÇ: Postmenopozal dönemde meme kanserli olan ve jinekolojik açıdan asemptomatik olup tamoksijen veya aromataz inhibitörü kullanan hastalardaki endometriyal değişikliklerin değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Postmenopozal asemptomatik meme kanserli hastalar arasından en az altı aydır tamoksijen kullanan 22 hasta ve arimideks kullanan 40 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalara rutin jinekolojik muayene sonrası bilateral uterin arter doppler sonografisi, transvajinal ultrasonografi ve salin injüzyon sonagrafisi uygulandı. Bu görüntüleme yöntemi sonrasında da hastalara pipelle kanülü ile endometriyal örnekleme uygulandı.
BULGULAR: Gruplar arasında endometriyal değişiklikler ve ultrasonografik bulgular karşılaştırıldı. Tamoksijen kullanan hastaların 3'ünde (%13,5), arimideks kullanan hastaların 6'sında (%15) endometrial polip saptandı. Eşik değeri 8,5 mm alındığında transvajinal ultrasonografinin patoloji saptama da duyarlılığı%33, özgüllüğü %90; eşik değeri 7,7 mm alındığında salin infüzyon sonagrafisinin duyarlılığı %33, özgüllüğü %92 olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bütün hasta grubumuzda tamoksifen kullanımı aromataz inhibitörüne kıyasla endometrial kalınlıkta daha fazla artışa yol açmıştır.
Dopplerin endometrial patoloji açısından prediktif değeri saptanmamıştır. Transvajinal ultrasonografi mutlaka uygulanmalı, invazif bir işlem seçilecekse öncesinde salin infüzyon sonagrafisi uygulanmalıdır.
INTRODUCTION: To evaluate the endometrialchanges between asymptomatic postmenopausalwomen with breast cancer using tamoxifen or
aromatase inhibitors.
METHODS: Asymptomatic postmenopausal patients with breast cancer who were on tamoxifen or arimidex therapy for more than six months were enrolled for the study. Twenty two women had been on tamoxifen and jorty women had been on arimidex. Routine gynecologic exam was performed for all patients. Transvaginal ultrasonography, saline injusion sonography and bilateral uterine artery doppler sonography were performed for all patients. Later endometrial biopsy was applied to all patients with pipelle canula.
RESULTS: The percentage oj endometrial jormations, sonography findings were compared between the two groups. Endometrial polip was detected in 3 patients who were on tamoxifen (13,5%) and 6 patients who were on arimidex (15%). The sensitivity of transvaginal ultrasonography was jound to be 33% with a specificity of 90% when the cut-off level for endometrial thickness was set as 8,5 mm. When the cut-off level during saline injusion sonography was set as 7,7 mm the sensitivity was 33% and the specificity was 92%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: For our group of patients endometrial thickening was found to be higher in tamoxifen group when compared with the aromatase inhibitors group. Doppler sonography showed no predictive value for any endometrial pathology. Ultrasonography should be performed for screening, saline infusion sonography should be applied for any detected sonographic pathology bejare invasive diagnostic tests.

4.Uterusun Mezenşimal Tümörlerinde Cd 117 Ekspresyonu
Tümay Özgür, Sema Özuysal
Pages 23 - 29
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda uterusun çeşitli benign ve malign mezenşimal tümör gruplarında CD 117'nin immunohistokimyasal ekspresyonu, ile bu ekspresyonun tümör tipleri ve morfolojik özellikleri ile ilişkisini ve mezenşimal tümör/erin ayırıcı tanısındaki
rolünü araştirmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Uterus kaynaklı 12 leiomyosarkoma (LMS); 8 düşük gradeli endometrial stromal sarkoma ( DGESS), 4 atipik leiomyoma ( ALM), 31 sellüler leiomyoma (SLM) ile 9 klasik leiomyoma ( KLM) olgusunun parafin bloklarından yapılan kesitlere, immünohistokimyasal (İHK) yöntemle CD 117 boyaması uygulandı. Sonrasında %10 ve daha fazla orandaki türnöral hücrede immün reaktivite saptanması, pozitif olarak değerlendirildi. Boyanma yoğunluğu + 1 - +3 arasında; boyanma yaygınlığı ise fokal (%10-30), orta derecede (%30-60) ve diffüz (>%60) olarak derecelendirildi. istatiksel olarak Fisher'in kesin ki-kare ve Kolmogorov-Smirnov testleri kullanıldı.
BULGULAR: 12 LMS olgusunun ll i (%91.7), 8 ESS olgusunun 7 si (%87.5), 31 SLM'nın 27 si (%87); 4 ALM ve 9 KLM'nın tamamında (%100) pozitif boyanma izlendi. Kalan 6 olguda ekspresyon gözlenmedi. Boyanma dağılımı 19 olguda %30 un altında, 20 olguda %30-60, 19 olgud %60 ın üzerinde idi
TARTIŞMA ve SONUÇ: Uterusun mezenşimal tümörlerinde farklı boyanma yoğunluğu ve dağılımı gösteren, yüksek oranda CD 117 ekspresyonu saptadık. İncelenen tümör tipleri ve morfolojik özellikleri arasında CD 117 ekspresyonu açısından anlamlı farklılık gözlemedik. İHK boyama yöntemleri ile CD 117 ekspresyonunun saptanması, bu proteinle ilişkili gen mutasyonunun varlığını tam olarak ifade etmemektedir. Bu çalışmaların moleküler patoloji yöntemiyle desteklenmesi ve CD 117 ekspresyonuna yol açan genetik mekanizmaların ortaya çıkanlması gerekmektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to search the expression of CD 117 in different groups of benign and malign uterin mesenchymal tumors and its relation with tumor types, morphologic properties and its role in differential diagnosis.
METHODS: Histologic sections of paraffın blocks of 12 uterin leiomyosarkomas (LMS), 8 low grade endometrial stromal sarcomas (LGESS), 4 atypical leiomyomas (ALM), 31 cellular leiomyomas (CLM) and 9 dassic leiomyomas were immunostained w ith CD 117 antibody. Individual tumors were considered positive if more than 10 % of the cells comprising the neoplasm displayed immunreactive staining. Staining intensity was graded + 1 to +3 and distribution as focal (1 0-30% ), intermediate (30-60%) and diffuse (>60%).
RESULTS: Positive immunstaining was obtained in 11(91.7%) of the 12 LMS, 7 (87.5%) of the ESS, 27 (87%) of 31 CLM and all of the 4 ALM and 9 (100%) dassic leiomyoma. C-KlT expression was not detected in 6 cases. The distribution of immunohistochemical staining was focal ( 30%) in 19 cases, intermediate (30-60%) in 20 cases and diffuse (>60%) in 19 cases.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We determined high CD 117 expression with different staining distribution and density in uterin mesenchymal tumors. We did not observe meaningful differences between tumor types and morphologic properties. Obtaining the immunohistochemical CD 117 expression does not prove the genetic mutation related with this protein. These studies should be supported by malecular pathologic techniques and the genetic mechanisms that result with CD 117 expressian should be discovered.

CASE REPORT
5.Plasenta Perkreta: Histerektomiyle Sonlanan Gebelik
Yaşam Kemal Akpak, Ismet Gün
Pages 30 - 32
Desidua bazalisin hasarı veya olmaması sonucu plasentanın uterus duvarına patolojik yapışması olarak tanımlanan anormal plasentasyonun görülme sıklığı son zamanlarda artmaktadır. Plasenta perkreta, serozaya ve/veya diğer pelvik yapılara plasental invazyon ile oluşur. Bu klinik tablo yüksek maternal mortalite ve morbiditeye yol açan en ciddi plasental implantasyon anomalisidir. Bu hastalığın yönetiminde antenatal tanı ve cerrahi yaklaşım çok önem arz eder. Plasenta perkretası mevcut olan bir gebenin, tanı ve yönetimini literatüre katkıda bulunmak için vaka olarak sunuyoruz.
Abnormal placentation is increasingly comman which is defined as an pathological adherence of the placenta to the uterine wall which has a faulty or an absent decidua basalis. Placenta percreta represents placental invasion to the serosa and/or other pelvic structures. This clinical
is the most serious placental implantation anomaly and causes high maternal morbidity and mortality rates. Antenatal diagnosis and surgical approach are very important for the management of this disease. We present the case of diagnosis and management pregnant patient with placenta percreta for making some contribution to the literature.

ORIGINAL RESEARCH
6.Demir Eksikliği Anemisine Etki Eden Faktörlerin ve Labaratuar Parametrelerinin Incelenmesi
Saide Ertürk, Zehra Esra Önal, Duygu Sömen Bayoğlu, Narin Akıcı, Tamay Gürbüz, Nuray Arda Devecioğlu, Çağatay Nuhoğlu, Ömer Ceran
Pages 33 - 36
GİRİŞ ve AMAÇ: Çocukluk dönemindeki demir eksikliği anemisi mental ve motor gelişmede fonksiyon bozukluğuna sebep olabildiğinden, bu aneminin
önlenmesi için özen gösterilmelidir. Bu çalışmanın amacı, anne sütü alım süresi, ilk iki yaşta inek sütü alımı ve düzenli demir kullanımının kan parametreleri üzerine etkilerini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya 2006-2008 yılları arasında HNH(Haydarpaşa Numune Hastanesi) Pediatri kliniğinde yatan ve demir eksikliği anemisi saptanan 6 ay-14 yaş arası 181 çocuk alındı. Tüm çocuklar aneminin ağırlığına göre hafif, orta ve ağır olmak üzere üç gruba ayrıldı. Doğum ağırlığı, inek sütü alımı, anne sütü kullanım süresi ve düzenli demir alımının aneminin ağırlığıyla ilişkisi ve hematolojik parametrelere etkisi incelendi.
BULGULAR: Ağır anemi grubunun yaş ortalamaları hafif ve orta anemi gruplarından istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p=0,0001). Hafif ve orta anemi grupları arasında anne sütü kullanım süresi açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenmiştir (p=O,OOOJ). Anne sütü kullanım süresi 12 ayın altında olanlarda hafif ve orta şiddette anemi görülme sıklığı daha fazla bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Biz bu çalışmada, demir eksikliği anemisinden korunmak için, annelerin bebeklerini anne sütüyle besleme, demirden zenginleştirilmiş beslenme ve 4. aydan itibaren demir desteğinin önemi konusunda bilgilendirilmesi gerektiği sonucuna vardık.
INTRODUCTION: Since iron deficiency anemia in child can lead to dysfunction in mental and motor development, optimal care should be attended to prevention of this anemia. The goal of this study is, to investigate the duration of maternal breast-feeding, feeding with cow' s milk during the first two years and the effects of iron supplementation in hematalogic parameters.
METHODS: This study involved 181 children who were 6 months-14 years old, hospitalized in HNH pediatric clinic with the diagnosis of iron deficiency anemia between 2006- 2008 years. All children were divided into three groups as: mild, moderate and severe. Birth weight, nutrition with cow' s mi/k, duration of breast-feeding, adequate iron intake related with the varying degrees iron deficiency anemia and the effects of it in hematological parameters were evaluated.
RESULTS: The mean age value was significantly higher in the severe anemia group than the mild and moderate ones. The duration of breast feeding was statistically significantly different between the mild and moderate anemia groups. Mild and moderate iron deficiency anemia were commonly seen in the infants who were breast-fed under 12 months old.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We concluded that, mothers should be educated about the importance of breast-feeding, nutrition fortified with iron and iron supplementation after six months, in order to prevent iron deficiency anemia.

CASE REPORT
7.Depo Penisilin Sonrası Gelişen Stevens-Johnson Sendromu Olgusu
Avni Kaya, Muhammed Nuri Akıl, Mesut Okur, Fatih Erbey, Mehmet Nuri Acar
Pages 37 - 38
Abstract |Full Text PDF

ORIGINAL RESEARCH
8.Tüp Torakostomi Gerektiren Pnömotorakslı Yenidoğanlarda Morbidite ve Mortaliteyi Etkileyen Faktörler
Neslihan Gülçin, Ayşenur Cerrah Celayir, Inanç Cici
Pages 39 - 42
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, hastanemiz yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde pnömotoraks tanısı alarak tüp torakostomiyle tedavi edilen olgularda mortalite ve morbiditeyi etkileyen risk faktörlerini belirlemek amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2005 Ocak- 2011 Ocak tarihleri olguların tüm kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Tüp torakostomi uygulanan olgular yaş, demografik özellikleri, eşlik eden primer akciğer hastalığı, ek anomali varlığı, pnömotoraksın tarafı, pnömotoraks öncesi ve sonrası ventilatör gereksinimi, drenaj süreleri, hastanede kalış süreleri ve mortalite açısından değerlendirildi.
BULGULAR: Drenaj gerektiren pnömotoraks saptanan 55 olgunun, 23'ü kız (%42), 32'i erkek (%58) olup ortalama tanı yaşları 3.31gün idi (lgün-30gün). Hastaların 41'i (%74) prematüre olup gestasyonel yaşları 24-36.hafta arasında değişmekteydi. 14 hasta (%26) 37.hafta ve üzerinde doğmuştu. Pastmatür hasta mevcut değildi. Hastaların 34'ünde (%61) sağ, 18'inde (%33) sol, 3 'ünde (%6) bilateral pnömotoraks saptandı. Olguların 29'unda (%53.7) primer akciğer hastalığı mevcuttu. Hastaların 20'sinde (%37) ek patolojiler mevcuttu. Tüp torakostomi uygulaması öncesinde 41 hastada ventilatör gereksinimi varken sonrasında 40 hastada ventilatör gereksiniminin devam ettiği saptandı. 15 hasta (%27) şifa ile iyileşirken ortalama drenaj süreleri 7,16 gün bulundu. 40 hasta (%73) exitus olmuş olup ortalama drenaj süreleri 5.1 gün bulundu. Bilateral pnömotorakslı olguların üçü de exitus oldu. Şifa ile iyileşen olguların hastanede kalış süreleri ortalama 15 5 gün iken exitus olanların ise ortalama 12 gün olduğu saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Prematüritelik, altta yatan primer akciğer hastalığının varlığı, mekanik ventilatör uygulamaları pnömotoraks gelişimi için predispozan jaktörlerdir. Yenidoğan döneminde gelişen pnömotorakslarda mortalite oranı yüksektir. Pnömotoraksta erken tanı ve tedavi mortalitenin azaltılması açısından önemlidir. Özellikle ventilatöre bağlı yenidoğanlarda genel durumun aniden bozulduğu durumlarda öncelikli olarak pnömotoraks dışlanmalıdır.
INTRODUCTION: In this study, patients treated by taking tube torakostomy in neonatal intensive care unit of our hospital the diagnosis of pneumothorax was designed to determine risk facktors affecting mortality and morbidity.
METHODS: 55 newborns (23 Fernale /32 Male) with pneumothorax, who were treated with tube thoracostomy in Newborn Unit between
]anuary 2005 and ]anuary 2011, were analysed retrospectively. The patients were evaluated in regard to age, demographic characteristics, associated with primary lung disease, the presence of additional abnormalities, side of pneumothorax, the ventilation requirement bejare and after the pneumothorax,duration of drainage, duration in hospital and mortality rates.
RESULTS: Pneumothorax requiring drainage detected 55 cases,in this 23 female (42%), 32 ma/e (58%) and the average age of diagnosis was 3.31gün (1day 30days). The main symptoms were respiratory distress, takipnea and syanosis. 41 patients (74%) were premature with gestational ages ranged from 24-36.weeks. 14 patients (26%) were born at 37 weeks. Postmature patient was not available. 34 patients (61%) in the right, 18 patients (33%) in the left, 3 patients (6%) had bilateral pneumothorax. In 29 patients (53.7%) had primary pulmonary disease. 20 patients (37%) had additional abnormalities. When 41 patient was needed ventilation before tube thoracostomy, 40 patients was needed the ventilator after tube thoracostomy. 15 patients (27%) recovered with healing,the mean duration of drainage was 7.16 days.40 patients (73%) had died and the mean duration of drainage was 5.1 days.3 patients with bilateral pneumothorax has died. Patients who recovered the average length of stay in hospital was 15.5 days. Patients who died the average length of stay in hospital was 12 days.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The prematurity, underlying primary lung disease and mechanical ventilation practices the presence of predisposing factors for the development of pneumothorax. Pneumothorax in the neonatal period developed high mortality rate.Early diagnosis and treatment of pneumothorax is important in reducing mortality Especially in newborn infants on mechanical ventilation should be ruled out pneumothorax in suddenly breaks down the overall situation.

9.Karın Ön Duvarı Defektlerinde Sağkalım Oranlarını Etkileyen Faktörler
Oktav Bosnalı, Neslihan Gülçin, Ayşenur Cerrah Celayir, Serdar Moralıoğlu, Gökmen Kurt
Pages 43 - 47
GİRİŞ ve AMAÇ: Karın ön duvarı defektierinde prenatal tanı konulmasının, prognozu ve sağkalımı olumlu yönde etkilediği bildirilmektedir. Ancak prenatal tanı, karın ön duvarı defektli olgularda prognozu etkileyen tek faktör değildir. Çalışmamızda, kliniğimizde opere edilmiş karın ön duvarı defektli olguların postoperalif erken dönemdeki (ilk 1 ay) prognozlarını etkileyen faktörleri saptamak ve bunların prenatal tanı ile ilişkisini tartışmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2004 ve Mayıs 2012 tarihleri arasında karın ön duvarı defekti tanısı ile opere edilmiş olguların tüm hastane kayıtları geriye yönelik olarak değerlendirildi.
BULGULAR: 7,5 yıllık sürede kliniğimizde karın ön duvarı defekti sebebiyle opere edilen toplam 58 olgudan 29'unda omfalosel (%50), 23'ünde gastroşizis (%40), 6'sında umbilikal kord hernisi (%1 O) mevcuttu. Dişi erkek oranı gastroşizis ve omfaloselde dişi cinsiyet lehine olup umbilikal kord hemisi olguların tümü erkek idi. Omfalosel olgularında doğum ağırlığı arttıkça sağkalım oranlarının azaldığı, gastroşizis olgularında ise kilo ile sağkalım oranlarının doğru orantılı olduğu saptandı. Prenatal tanılı gastroşizis olgularında sağkalım oranları yüksekti, omjalosel olgularında tanı alanlar ile almayanlar arasında sağkalım oranları açısından fark yoktu. Omfalosel grubunda sağkalım oranlarının, omfalosel taban çapının artması ile ters orantılı olarak değiştiği saptandı. En yüksek mortalite, taban çapı
10 cm'nin üstünde olan omfalosel olgularındaydı. Bu olgularda mortaliteyi arttıracak ağır kardiak ve/veya kromozomal bir anomali saptanmadı. Omfalosel taban çapı ile erken dönem sağkalım oranları arasında ters orantılı bir ilişki olduğu; ancak omfalosel grubunda örnek sayısının az olması sebebiyle, bu ilişkinin student-t ve ki kare testi ile değerlendirildiğinde istatistiksel olarak anlamlı olmadığı saptandı (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Rapor edilen benzeri olgu sayıları arttıkça, prenatal dönemde tesbit edilen ağır kardiak ve/veya diğer konjenital anomalilerin varlığı
ve defekt çapının büyüklüğü, karın ön duvarı defektli olguların postnatal ve postoperalif erken dönem prognozları ve sağkalımları üzerine daha doğru öngörüde bulunulmasına ve ebeveynlerinin bilgilendirilmesine yardımcı olabilir.
INTRODUCTION: Prenatal diagnosis has been reported as benefidal in improving the survival and prognosis after repair of congenital abdominal wall dejects (CA WD 's). However prenatal diagnosis is not the only jactor affecting prognosis in these cases. In this study we aimed to discuss the factors affecting early (postoperative 1 month) survival rates in cases with congenital abdominal wall defects operated at our institution, and relation between survival rates and prenatal diagnosis.
METHODS: Clinical records of the cases operated with the diagnosis of congenital abdominal wall deject, between January 2004
and May 2012, reviewed retrospectively.
RESULTS: During 7 5-year period, 58 cases operated for congenital abdominal wall dfject. Of the 58 cases, 29 (50%) had omphalocele, 23 (40%)
had gastrochisis and 6 (10%) had umbilical cord hernia. While female-male rates in gastrochisis and omphalocele cases w ere in favor of females; all umbilical cord hernia cases were male. Survival rates were decreasing with increasing birth weight in omphalocele cases, and survival rates were correlated positively with birth weight in gastrochisis cases. Survival rates were higher in prenatally diagnosed gastrochisis cases. There was no dif.ference in survival rates between prenatally diagnosed or undiagnosed omphalocele
cases. Survival rates in omphalocele cases were diagnosed inversely proportional with base diameter of the defect. Highest mortality rates were found if the base diameter was more than 10 cm. There was no associated major cardiac and/or chromosomal anomaly with those omphalocele cases. However, since the sampling pool was too smail for statistical calculation with student-t and chi square, statistical correlation between survival rates and omphalocele base diameter were not significant (P>0,05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: With the increasing number of such reported cases, early diagnosis of associated cardiac and/or chromosomal anomalies in congenital
abdominal wall defect cases, and prediction of the base diameter of the defect in omphalocele cases may yield to make predictions and to give more acurate information to the parenis onfuture prognosis and survival rates of the newborn.

CASE REPORT
10.Travmatik Dalak Yaralanması ve Akut Apandisit Birlikteliği: Olgu Sunumu
Tamer Sekmenli, Metin Gündüz, Ilhan Çiftçi
Pages 48 - 50
Akut apandisit her yaşta görülebilen bir akut batın nedeni olup, puberte çağında bu nedenler arasında birinci sıradadır. Appendiks lümeni obstrüksiyonu, akut apandiste yol açan en sık sebeptir. Obstrüksiyon nedeni sıklıkla fekalom, lenjoid hiperplazi, yabancı cisimler, karsinoid tümör ve intestinal parazitlerdir. Travma ve apandisit, çocuk yaş grubunda acil serviste cerrahi konsultasyon yapılan en sık iki durumdur. Literatürde künt abdominal travma sonrası akut apandisit gelişen çok az sayıda olgu bildirilmektedir.]] yaşındaki araç dışı trafik kazası sonucu oluşan travmatik dalak laserasyonu nedeniyle operasyona alınan hastada, insidental akut apandisit tespit edilmesi üzerine splenektomi ve apendektomi yapıldı. Olgu, klinik, radyolojik ve patolojik özellikleri ile sunuldu. Karın travması nedeniyle opere edilen hastalarda eşlik edebilecek ilave anormalliklerin tespiti amacıyla ayrıntılı batın eksplorasyonu yapılmalıdır.
Acute appendicitis which can be seen at any age is a common acute abdominal reason is during the puberty at the top. Appendix vermiformis obstruction is the most common reason of acute appendicitis. Fecaloma, lymphoid hyperplasia, foreign body, carcinoid tumour,and intestinal parasites are the common underlying reasons of obstruction. Trauma and appendicitis are the most common two consulted issues in pediatric emergency services. There are few cases about appendicitis developing after a blunt abdominal trauma in the current literature. Up on the delermination of incidental acute appendicitis in an eleven year old patient who was being operated for spleen laceration caused by an extravehicular traffic accident, splenectomy and appendectomy were performed. A throughout and detailed abdominal exploration should be performed in patients who undergo operations due to abdominal trauma in order to determine jurther abnormalities.

LookUs & Online Makale