E-ISSN 2757-8062
Volume : 44 Issue : 3 Year : 2024

Quick Search




ZEYNEP KAMIL MEDICAL JOURNAL - Zeynep Kamil Med J: 44 (3)
Volume: 44  Issue: 3 - 2013
ORIGINAL RESEARCH
1.36-37 Haftalık Nullipar Gebelerde Ultrasonografi ile Yapılan Servikal Uzunluk Ölçümü ve Gebelik Sonlama Zamanı Arasındaki İlişki
Taner Günay, Gökçen Örgül, Mehmet Akif Sargın, Özgür Aydın Tosun, Sadık Şahin, Mustafa Eroğlu
Pages 104 - 110
GİRİŞ ve AMAÇ: Herhangi bir risk faktörü taşımayan nullipar hastalardaki miad aşımı gebeliklerin öngörülebilmesi için 36-37. haftalar arasında yapılacak basit bir transvajinal ultrasonografi muayenesinin yol gösterici olup olamayacağıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Antenatal takibi süresince fetal ve maternal anormallik saptanmamış olan 36-37 haftalık primipar tekil gebeliği olan 75 hasta poliklinik şartlarında muayene edilerek çalışmaya dahil edilmiştir. Hastaların rutin ultrasonografi kontrolüne servikal uzunluk ölçümü eklenmiştir. Hastalar gerekli sıklıkla takibe çağrılarak doğuma dek izlenmiştir. Doğum sonrası elde edilen veriler ile transvajinal ultrasonografi aracılığıyla ölçülen servikal uzunluk karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Olguların servikal uzunlukları; saptanan doğum haftaları, hastaların indüksiyon gereksinimi ve doğum şekilleri ile kıyaslandı. Doğum
haftası 41 haftanın altında olan 43 (%57.3) olgu bulunurken, doğum haftası 41 hafta ve üzerinde olup miad aşımı kabul edilen 32 (%42.7) olgu bulunmaktadır. Doğum şekilleri incelendiğinde ise olguların %61.3’ü (n=46) normal spontan doğum, %38.7’si (n=29) sezeryan doğum yapmıştır. Doğumu miadında olan olguların servikal uzunlukları ortalaması 27.42 ± 8.95 mm, miad aşımı olan olguların ise ortalaması 34.03±7.92 mm’dir. Buna göre, doğum haftasına göre olguların servikal uzunlukları arasında istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı farklılık saptanmıştır (p<0.01). Miad aşımı doğum görülen olguların servikal uzunlukları miadında doğum görülen olgulara göre anlamlı düzeyde yüksektir.Normal doğum görülen olguların servikal uzunlukları ortalaması 26.67±8.30 mm iken, sezeryan ile doğum görülen olguların servikal uzunluklarının ortalaması ise 35.90±7.31 mm’dir. Buna göre doğum şekillerine göre olguların servikal uzunlukları arasında istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı farklılık saptanmıştır (p<0.01). Sezeryan doğum görülen olguların servikal uzunlukları, normal doğum görülenlere göre anlamlı düzeyde yüksek saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada üçüncü trimesterde kolayca uygulanabilinecek bir yöntem olan transvajinal ultrasonografi yardımıyla servikal uzunluk ölçümünün miad aşımı gebelikleri öngörebilmesi açısından yardımcı bir yöntem olabileceğini saptadık. Her hasta kendi içinde değerlendirilmekle beraber miad aşımı gebelik yönünden erken tanı obstetrisyene yol gösterici olabilir.
INTRODUCTION: The purpose of this study is to decide whether a simple transvajinal sonographic examination in the 36-37th weeks of pregnancy is a determining factor for diagnosing surmaturity in nulliparous women.
METHODS: 75 primiparous singleton patients who had no fetal or maternal abnormalities were examined in the clinic and included in the study. Cervical length measurement was added to the routine ultrasonographic control. Patients were summoned for follow up exams according to the routine protocol. Postpartum data were compared to those gained by transvaginal sonographic cervical length measurements.
RESULTS: Cervical lenghts of cases, gestation weeks, need for induction of labor and delivery types were compared. There were 43(%57.3) patients with a gestation week smaller than 41 weeks and 32 (%42.7) patients with a gestation week above 41 weeks. When delivery method was compared, %61.3 of patients (n=46) gave birth by normal spontaneus delivery, %38.7 of patients (n=29) gave birth by cesarean section. %46.7 (n=35) of patients needed induction while %53.5 (n=40) did not need induction. Patients with labor on time had a cervical length of 27.42+8.95 mm, surmature patients had a length of 34.03+7.92 mm. According to time of gestation weeks there was a statistically significant difference among cervical lengths of patients (p<0.01). Surmature births had a significantly higher cervical length than births on time. Vaginal deliveries mean cervical length was 26.67+8.3 mm, cesarean births mean value was 35.9+7.3mm. According to delivery types, cervical length of cases had statistically significant p value (<0.01). Cesarean delivery cervical lengths were higher than vaginal deliveries.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Transvaginal sonographic cervical lenght measurement is a simple method can be used in the third trimester of pregnancy. As a result of our study, we decided that cervical lenght measurement can be used to predict postmaturity. Early diagnosis of surmaturity can be helpful for obstetricians for the management of pregnancy.

2.Preeklamptik Gebelerde Trombosit Fonksiyonlarının Agregometre ile Değerlendirilmesi
Sadık Şahin, Mustafa Eroğlu, Özlem Bingöl Özakpınar, Aysın Tulunay, Birsen Konukçu, Şermin Tetik
Pages 111 - 115
GİRİŞ ve AMAÇ: Trombositlerin preeklampsi patogenezinde rolü olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmadaki amacımız, üçüncü trimesterdaki preeklamptik gebelerde trombosit fonksiyonlarını agregometre ile değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza gebeliğinin üçüncü trimesterinde olan preeklamptik (Grup 1, n=10) ve normotensif gebeler (Grup 2, n=10) dahil edilmiştir. Tüm gebeler poliklinik şartlarında takip edilmiş, klinik ve laboratuvar parametreleri prospektif olarak kaydedilmiştir. Trombosit agregasyon yanıtı, bir trombosit agonisti olan adenozin difosfat (ADP) ile oluşturulmuş ve her iki gruba ait trombosit agregasyon değerleri ölçülmüştür.
BULGULAR: Çalışmamızda preeklamptik gebelerde ortalama yaş 27.6±4.3 ve kontrol grubundaki gebelerde ortalama yaş 26.7±2.2 idi. Preeklamptik gebelerde kontrollere kıyasla istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek intrauterin gelişme geriliği (IUGR) ve gebeliğin erken sonlandırılması gözlendi (p<0.05). Trombosit agregasyonu preeklamptik gebelerde normotensif gebelere oranla anlamlı ölçüde düşük bulundu (sırasıyla %43 ve %67, p<0.05). Şiddetli ve hafif preeklamptik hastalar arasında trombosit agregasyon yanıtları açısından farklılık tespit edilemedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız 3. trimesterdaki preeklemptik gebelerde trombosit agregasyonunda azalma olduğunu göstermiştir. Trombosit agregasyonundaki bu azalmanın preeklamptik gebelerde görülen endotel hücre disfonksiyonu ile ilişkili olabileceğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Platelets are thought to be involved in the pathogenesis of preeclampsia. Our objective was to determine the platelet aggregation in preeclamptic patients by aggregometry in the third trimester.
METHODS: Normotensive (Group 1, n=10) and preeclamptic patients (Group 2, n=10) were included into the study. All patients were evaluated in outpatient clinic and both clinical and laboratory parameters were recorded prospectively. Platelet aggregation was induced by the
RESULTS: In our study, mean age was 27.6±4.3 and 26.7±2.2 years in preeclamptic and normotensive pregnants respectively. The rates of intrauterine growth retardation (IUGR) and preterm delivery were significantly higher in the preeclamptics with respect to the controls
(p<0.05). Platelet aggregation was statistically significant in preeclamptic patients compared to the normotensive controls (%43 vs %67, respectively) (p<0.05). There was no difference with regard to the platelet aggregation between severe and mild preeclamptics.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study demonstrated a reduction in platelet aggregation in preeclamptic patients in third trimester. We thought that the observed reduction in platelet aggregation in preeclamptic petients might be related to the endothelial cell dysfunction seen in preeclampsia.

3.Preterm erken membran rüptürü olan gebelerde maternal ve fetal sonuçlar
Abdulkadir Turgut, Ali Özler, Serdar Başaranoğlu, Senem Yaman Tunç, Elif Ağaçayak, Nevak Yaman Görük, Ahmet Yıldızbakan, Talip Gül
Pages 120 - 126
GİRİŞ ve AMAÇ: Preterm doğum, neonatal morbidite ve mortalitenin önemli ve sık bir nedeni olan Prematür Erken Membran Rüptürü (PEMR)’ nün maternal ve fetal sonuçlarının incelenmesi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum servisine Ocak 2011-Aralık 2012 tarihleri arasında başvuran PEMR’ li 94 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, gravidası, paritesi,
abortus sayısı, yaşayan çocuk sayısı, obstetrik hikayeleri, doğumdaki gebelik haftası, klinik bulguları ve laboratuvar değerleri, doğum şekli, sezeryan endikasyonu, bebeğin doğum ağırlığı ve boyu, 1.-5. dk APGAR skorları irdelendi.
BULGULAR: Hastanemizde PEMR insidansı 3.8 % idi. Hastalarımızda ortalama doğum haftası 31.5±3.1, izlem süreleri 6.1±2.2 gündü. Hastalarımızın başvuru esnasında C-reaktif protein değeri 3.2±4.4 mg/dl, beyaz küre değerleri 13626.9±3369.7/mm3 idi. Otuzdördüncü gebelik haftasından küçük 66 hastaya (70.2%) fetal akciğer maturasyonu amacıyla steroid uygulandı. Ondört hastada (14.9%) 37,5 oC üzerinde ateş geliştiği gözlendi. Onüç hastada (13.8%) vaginal ve servikal kültürde üreme olduğu ve tamamında E.coli ürediği gözlendi. PEMR olgularında 51 hasta (54.3%) normal doğum ile 43 hasta (45.7%) ise sezaryenle doğurtuldu. Yenidoğanların 48’ i (51,1%) gözleme, 46’ sı (48.9%) yenidoğan yoğun bakıma alındı. Yoğun bakıma alınan 14 (14.9%) yenidoğanın postpartum 24 saat içinde ex olduğu, 5 (5.3%) yenidoğanın sepsis sonrası ex olduğu tespit edildi. Ex olan yenidoğanların ortalama gebelik haftaları (26.7 ±1.6) idi. Gestasyonel hafta arttıkça 1. dk (r = 0.660, p = 0.000) ve 5. dk (r = 0.695, p = 0.000) APGAR değerlerinin arttığı gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PEMR maternal-fetal morbidite ve mortaliteye yol açan ve hala güncelliğini koruyan bir obstetrik problemdir. Başvuran hastalar dikkatli bir şekilde değerlendirilmeli, tanı mutlaka kesinleştirilmeli, gebelik haftası ve enfeksiyon bulguları başta olmak üzere gebeliği komplike edebilecek tüm faktörler göz önünde bulundurularak hastaya özgü uygun tedavi yöntemi uygulanmalıdır. Bu olgular erişkin ve yenidoğan yoğun bakım servisi hizmetinin verildiği ileri merkezlerde takip ve tedavi edilmelidir.
INTRODUCTION: To analyze maternal and fetal outcomes of PPROM (preterm premature rupture of membranes), which is an important and frequent cause of preterm birth, neonatal morbidity and mortality.
METHODS: In this study, 94 PPROM patients who had consulted to the Gynecology and Obstetrics Clinics of Dicle University Faculty of Medicine between January 2011 and December 2012 were analyzed retrospectively. Ages, number of gravidas, parities, miscarriages, living children, obstetrical histories, gestational weeks at childbirth, clinical findings, laboratory values, types of deliveries, indications of C sections, fetal birth weights and fetal lengths and 1.-5. minute- APGAR scores were assessed.
RESULTS: The incidence of PPROM was 3.8 % in our hospital. Mean gestational week at birth and follow-up period of our patients were 31.5±3.1 weeks and 6.1±2.2 days, respectively. Mean C-reactive protein value and White Blood Cell count of our patients on admission were 3.2±4.4 mg/dl and 13626.9±3369.7/mm3, respectively. Steroid therapy was given to 66 (70.2%) patients with gestational age of < 34 weeks so as to achieve fetal pulmonary maturation. Febrile episodes (> 37.5 oC) developed in 14 (14.9%) patients. Growth of E.coli strains was observed in vaginal and cervical cultures of 13 (13.8%) patients. Patients with PPROM were delivered via normal vaginal route (n=51; 54.3%) or cesarean section (n=43; 45.7%). Newborns were brought into observation room (n=48; 51.1%) or neonatal intensive care unit (NICU) (n=46; 48.9%). Fourteen (14.9%) newborns monitored in the NICU died within 24 hours after birth. Five (5.3%) newborns were lost because of sepsis. Mean gestational age of the deceased newborns at delivery was 26.7±1.6 weeks. One- and five minute -APGAR scores increased in parallel with longer gestational weeks of the newborns at birth (r=0.660, p=0.000 and r=0.695, p=0.000, respectively)
DISCUSSION AND CONCLUSION: PPROM is still considered as a prevalent obstetrical complication which leads maternal and/or fetal morbidity and mortality. The patients who seek medical care should be attentively assessed, definitive diagnosis should be absolutely established and patient specific treatment should be instituted in consideration of all complicating factors of pregnancy predominantly gestational week and infectious manifestations. These cases should be monitored and treated in advanced centers which can provide healthcare services in their adult and neonatal intensive care units.

REVIEW ARTICLE
4.Endometriyozisin Etyopatogenezi
Rukset Attar, Mustafa Eroğlu, Murat Bakacak, Gazi Yıldırım, M. Süha Bostancı, Özge Kızılkale, Cem Fıçıcıoğlu
Pages 127 - 139
Amaç: Endometriyozis sık görülen, kişinin hayat kalitesini bozan, dismenore, pelvik ağrı ve infertilite ilgili benign bir jinekolojik bozukluktur. Bu derlememizde endometriyozisin etyopatogeneziyle ilgili teorileri tartıştık.
Materyal Metod: Endometriyozisin etyopatogeneziyle ilgili MEDLINE/PUBMED veritabanında yer alan İngilizce makaleleri inceledik.
Bulgular: Hastalığın etyopatogenezi ile ilgili bir çok teori öne sürülmüştür. Bunların başlıcaları Sampson’un retrograt menstruasyon, çölomik metaplazi/ indüksiyon, embriyonik kalıntı, immunolojik ve lenfovasküler metastaz teorileri ile genetik ve çevresel faktörlerdir. Son yıllarda kök hücrelerin endometriyozisin gelişiminde rol oynayabileceği bildirilmiştir.
Sonuçlar: Endometriyozisin etiyopatogeneziyle ilgili bir çok araştırma yapılmasına rağmen hala kesin veriler elde edilmemiştir. Muhtemelen her bir faktör ayrı oranlarda hastalığın gelişimine katkıda bulunmaktadır.
Aim: Endometriosis is a benign gynecologic disorder which affects life quality and is associated with dismenorrhea, pelvic pain and infertility. In this review we discussed the teories about the etiopathogenesis of endometriosis.
Material and Method(s): IWe reviewed the English-language articles about the etiopathogenesis of endometriosis in the MEDLINE/PUBMED database
Results: Many teories have been put forth about the etiopathogenesis of endometriosis. Mainly; Sampson’s retrograde menstruation, coelomic metaplasia /induction, embryonic remnant, immunologic and lenfovasculer metastasis theories and genetic and environmental factors. Recently, it was stated that stem cells might play role in the development of endometriosis.
Conclusion: Although many studies have been carried out on the etiopathogenesis of endometriosis, conclusive data have not been obtained yet. Probably, all the factors contribute to the development of the disease with different degrees.

5.Laparoskopik Doku Çıkarma Teknikleri
Gazi Yıldırım, Mustafa Eroğlu, M. Süha Bostancı, Özge Kızılkale, Murat Bakacak, Rukset Attar, Mert Yeşiladalı, Sevgi Bilen, Cem Fıçıcıoğlu
Pages 140 - 145
Laparoskopik olarak yapılabilen operasyonların çeşitliliği arttıkça yeni yeni sorunlar ortaya çıkmaktadır. Operasyonda alınan dokuların batın dışına küçük portlardan çıkarılması önemli bir sorun haline gelebilir. Uygun teknikleri uygun hastalara uygulayarak bu sorunu ortadan kaldırmak
mümkündür. Burada bu tekniklerin hepsinden bahsedilecektir.
Increasing the variety of laparoscopic operations arise new challenges. Removal of tissues out of the small ports from the abdomen may become a major problem. By applying appropriate techniques on the eligible patients are able to eliminate these problems. Here, all of these techniques will be discussed.

CASE REPORT
6.Turner sendromlu bir gebenin sağlıklı bir şekilde doğurtulması: Olgu Sunumu
Sadık Şahin, Mustafa Eroğlu, Kadir Güzin, Birsen Konukçu
Pages 146 - 149
Turner sendromu X kromozomunun kısmi veya tam yokluğuna bağlı olarak görülen boy kısalığı, gecikmiş puberte ve primer amenore ile karakterize bir sendromdur. Bu hastalarda ergenlik öncesi over yetmezliği gelişmesi infertiliteye neden olmaktadır. Yardımcı üreme teknikleri ile başarılı gebelik sonuçları bildirilmesine karşın bu kadınlarda gebeliğe bağlı gelişen ölümcül komplikasyonlar önem arz etmektedir. Turner sendromu gebelik için kısmi kontraendikasyon teşkil etmekle birlikte, mevcut kardiyovasküler anomaliler kesin kontraendikasyon olarak belirtilmektedir. Bu yazıda, gebeliği başarılı
Turner syndrome, resulting from the partial or complete loss of an X chromosome, is characterized by short stature, delayed puberty and primary amenorrhea. Before puberty, infertility is caused by the development of premature ovarian failure in these patients. Although successful pregnancies have been reported with the aid of assisted reproduction, women with this syndrome have lethal complications relating to the pregnancy. Turner syndrome is a relative contraindication for pregnancy however; it is an absolute contraindication for pregnancy in a patient with a documented cardiac anomaly. In this article, 31-year-old pregnant patient with Turner syndrome who had undergone successful termination of pregnancy is presented.

7.Sezaryen Skar Endometrioması: Olgu sunumu
Özkan Özdamar, Ali Babacan, Ismet Gün
Pages 150 - 163
Endometriozis, endometrial stroma ve glandların uterus kavitesi dışındaki ektopik yerleşimi olarak tanımlanmaktadır. Skar endometriozis, bu tablonun nadir ancak sıklığı giderek artan bir formudur. Yaygın yakınmalar cerrahi insizyon bölgesinde menstrüasyon ile ilişkili olarak ortaya çıkan şişlik, ağrı ve bazen kanama şeklindedir. Kesin tedavisi cerrahi olup bu cerrahide dikkat edilmesi gereken bazı noktalar vardır. Burada sezaryenden 22 ay sonra insizyon bölgesinde ağrılı şişlik tablosu ile başvuran bir olgu, uygulanan cerrahi tedavi yöntemi ile beraber irdelenmiştir
Endometriosis is defined as the ectopic settlement of the endometrial stroma and the glands outside the uterine cavity. Scar endometriosis is a rare form of this disease with increasing incidence. The prevalent complaints are menstruation related nodule, pain and sometimes bleeding, in the area of surgical incision. The definitive therapy is surgery which requires attention to some points. In this case report, we examined the case of painful tumor emerging 22 months after cesarean section in the site of surgical incision, with an emphasis on the important points of surgery.

8.Prenatal Treatment of Fetal Goitrous Hypothyroidism by Intraamniotic Thyroxine
Cihangir Yılanlıoglu, Altuğ Semiz, Yaşam Kemal Akpak
Pages 155 - 158
We present the management of a case of fetal goitrous hypothyroidism (FGH) referred to our centre on completion of the 31th week with a view to prenatal treatment. The fetus displayed an anterior neck mass recognizable as thyroid by location and texture. The mother had normal thyroid function tests and no antithyroid antibodies. A cordocentesis was performed to reveal hypothyroid status, also checking the fetal karyotype which was a normal male. Intraamniotic injections of L-thyroxine 500 μg were carried out weekly. After six applications of the dose the pregnancy reached 38+5 weeks when normal delivery ensued, the newborn presenting a euthyroid status. He grew up to a healthy boy, now seven years of age, with completely normal motor and intellectual development. The rationale behind diagnosis, prenatal treatment and appropriateness of such management is discussed in this article.

9.Çocukluk Çağında Osteopetrozis Tarda: Olgu Sunumu
Duygu Sömen Bayoğlu, Selçuk Gürel, Fatma Dolay, Narin Akıcı, Çağatay Nuhoğlu
Pages 164 - 166
Osteopetrozis nadir görülen herediter bir kemik hastalığıdır. Otozomal dominant formu olan osteopetrozis tarda genelde erişkin dönemde rastlantısal olarak tanı alır. Klinik olarak çoğunlukla asemptomatik seyreder, ancak işitme kaybı, görme kaybı gibi komplikasyonları önemlidir. Bu olgu sunumumuzda 6 yaşında rastlantısal olarak osteopetrozis tarda tanısı alan ve görmede komplikasyon gelişen bir hastayı sunduk.
Osteopetrozis is a rare hereditary bone disease. Otosomal dominant form of osteopetrozis tarda is generally diagnosed randomly during adolescent period. Clinical progress is commonly asemptomatic but, hearing and visual losses are significant. In this case, we reported a six years old child randomly diagnosed as osteopetrozis tarda who had visual complications as well.

ORIGINAL RESEARCH
10.Çocukluk Çağı Böbrek Taşları Tedavisinde İlk ESWL Deneyimlerimiz
T Sekmenli, N Sekmenli, M Gündüz, I Çiftçi
Pages 167 - 170
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada kliniğimizde böbrek taşı nedeniyle 8 çocuk hastada beden dışı şok dalga ile taş kırma(ESWL) uygulamalarımıza ait bulguları paylaşmayı amaçladık
YÖNTEM ve GEREÇLER:
BULGULAR: 01.06.2012-01.12.2012 tarihleri arasında Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi kliniğinde böbrek taşlarına yönelik 8 çocuk hastada ESWL yapıldı. Hastalardan biri hariç, diğerlerinde tek taraflı böbrek taşı mevcuttu. Taş çapları 7-16 mm arasındaydı. Olgular ortalama 40 (18-108) aylık olup, 3’ü kız 5’i erkekdi. ESWL öncesinde genel anestezi altında böbrek taşı bulunan tarafa double J kateter yerleştirildi. ESWL uygulamalarının tümü genel anestezi altında yapıldı. İşlem, en çok 2000 şok ile ortalama 12 kV(kilovolt) gücünde Elmed(Ankara,Türkiye) cihazı ile yapıldı. Hastalar taş kırma uygulamasından 1 hafta sonra direkt üriner sistem grafisi ve üriner sistem ultrasonografisi ile takip yapıldı. Takipte kırılmamış olduğu tespit edilen taşlara, en fazla 3 seans ESWL uygulandı.
Double J kateterin ortalama kalış süresi 22.8 gündü. Tüm hastalarımız 3. ve 6. aylarda kontrole çağırıldı, yapılan tetkiklerde böbrek taşına rastlanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: ESWL, çocuklarda üriner sistem taş hastalıklarında başarılı sonuçlarıyla güvenle kullanılabilecek minimal invaziv bir tedavi yöntemidir
INTRODUCTION: In this study we aimed to share our findings about ESWL (Extracorporeal Shock Wave Lithotripsy) application results in 8 children with renal stone in our clinic.
METHODS:
RESULTS: Between 01.06.2012 and 01.12.2012, we applied ESWL in a total of 8 children with kidney stones at our clinic. One patient had stones in bilaterally sides while the others had them one side. Stone diameters were between 7 and 16 mm. The cases
were 40 (18-108) months old in average and three of them were girls while the other five were boys. Before ESWL, double J catheter was placed to the side where there was kidney stones under general anesthesia. All procedures were performed under general
anesthesia The device named Elmed (Ankara, Turkey) which has maximal of 2000 shocks and average of 12kV(kilovolt) energy was used in each session. The patients were checked up one week after stone breaking operation by using plain urinary system film and urinary system ultrasonography. For the stones were found not broken yet during the check up, second and maximum third session ESWL applied. The average remaining time of double J catheter was 22.8 days. All our patients were called for control in third and sixth months, no stone was found during the examinations.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a minimally invasive method, ESWL was found to be effective and safe in the treatment of childhood urinary system stone disease.

CASE REPORT
11.Cerrahi yapılamayan konjenital kistik adenomatoid malformasyonlu olguların takibi
Egemen Eroğlu, Pınar Dayanıklı, Gülnihal Şarman, Nüvit Sarımurat
Pages 171 - 175
Amaç: Bu çalışmanın amacı kistik adenomatoid malformasyonda konservatif yaklaşımın potansiyel değerine dikkat çekmektir.
Gereç ve yöntem: Kliniğimizde cerrahi yapılamadığı için konservatif takip edilen kistik akciğer malformasyonlu üç olgunun dosyaları taranmış ve son durumları öğrenilerek sunulmuştur.
Bulgular: Antenatal takiplerinde hidronefroz dışında hiçbir özellik olmayan 32., 34. ve 35. gestasyon haftalarında biri kız üç olgu, kanama ve erken membran yırtılması nedenleriyle sezeryan ile doğurtulmuşlardı. Otuz iki haftalık olan bebeğin ilk dakika APGAR değerlendirmesi 0 olup diğerlerinin ki ise 9 idi. Apgarı 0 olan yenidoğan hemen entübe edilerek yoğun bakıma alınmış, diğerleri ise solunum sıkıntısı
nedeniyle ilerleyen saatlerde entübe edilmek zorunda kalmışlardı. Takipleri esnasında çekilen grafileri ile konjenital kistik adenomatoid malformasyon düşünülen yenidoğanlara ameliyat endikasyonu konulmuş, ancak hızla klinik olarak iyileşme belirtileri göstermeleri üzerine cerrahinin ertelenmesi kararı alınmıştı. Olgular şu an 6., 5., ve 3.5. takip yıllarında bulunmaktadırlar ve klinik olarak sorunsuz seyretmektedirler.
Sonuç: Mevcut çalışmadaki hastalar konservatif takipleriyle klinik olarak sorunsuz seyretmektedirler ancak düzenli bir takip protokolünün oluşması ve hangi modalitelerle ne sıklıkla takip edilmesinin netleşmesi için daha çok hastaya, takip süresine ve veriye ihtiyaç vardır.
Aim: The aim of this study is to attract attention to the possible importance of conservative treatment in cystic adenomatoid malformation
Materials and method: The files of three conservatively followed cystic adenomatoid malformation patients, whom surgery could not be performed, were reviewed and the children were contacted to update their last clinical status.
Results: Three babies with normal antenatal follow ups, except one hydronephrosis, were delivered by cesarean section due to early membrane rupture and bleeding at the 32nd, 34th and 35th weeks of gestation. The first APGAR score of the 32 week-old baby was 0, and the other two babies’ APGAR was 9. The newborn with 0 score was intubated and taken to the NICU directly, and the others later also needed to be intubated due to respiratory stress. After the radiologic studies, the babies were thought to have congenital cystic adenomatoid malformation and were registered for surgical treatment. Due to the rapid clinical and radiological improvement, surgery was postponed. They are now on their 3.5, 5th and 6th years of follow up and they are completely healthy.
Conclusions: Patients in the present study are clinically disease free with conservative treatment but for better methodical follow up protocols, more patients and longer follow up periods are needed.

LookUs & Online Makale